Telefon
WhatsApp
POPÜLİZM İLE ZENGİN VE ÜNLÜ OLAN LALE GÜL, ŞİMDİ DE EZAN SESİNE TAKTI…

 

İLHAN KARAÇAY - HOLLANDA,

Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”

Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.

Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.

(Hollandacası en altta.
Nederlandse versie onderaan)

İlhan KARAÇAY yorumladı:

Lale Gül yine sahnede. Bu kez de sokakta duyulan ezan sesini tartışmaya açıyor; ama öyle yapıcı bir tartışma değil bu. Yine bildiğimiz, provokatif, “Ben söyleyince gerçek oluyor” havasında bir yazı kaleme almış. Eline geçen her sosyal gerilimi kişisel şöhretine yatırım fırsatına çevirme konusunda istikrarlı.

Şimdiki konu, Ezan Yasağı.
Hollanda’da çeşitli İslam gruplarına ait, 250 kadarı Türkler’e ait, toplamda 500 kadar cami var. Bu camilerin bir kısmı, bağlı oldukları belediyelerden, sadece Cuma günleri, yani haftada bir kez, mikrofonla ezan okunmasına ve hoparlör ile duyurulmasına izni almış. Bazı ırkçı politikacılar bu
uygulamanın yasaklanmasını istiyorlar.

Ezan sesi, çocukluğumun sabahlarına, öğlelerine, akşamlarına eşlik eden, zamanın akışını anlamlandıran bir çağrıydı benim için. Mikrofon yoktu o zamanlar; sesi taşıyan, sadece müezzinin nefesiydi. O yüzden ezanla kurduğum bağ, bir teknolojik yükseltmenin değil, bir insanın kalbinden süzülüp gelen sesin saflığına dayanıyor. Ezanı ilk okuyan Bilâl-i Habeşî’nin sesi gibi: derin, davetkâr ve içli… Bu yüzden ezanın her daim kalbe hitap etmesi gerektiğine inanıyorum; duvara değil, cama değil, kulağa değil sadece kalbe.

Bugün, ezanın hoparlörle duyurulmasına dair çekincelerimi dile getirmek, inancıma ya da geleneğe bir mesafe koyduğum anlamına gelmiyor. Aksine, bu sesi gürleştirmenin, bazen onu ruhundan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Ezan bir çağrıysa, çağrının etkisi, ne kadar uzaktan değil, ne kadar içten geldiğiyle ölçülmeli. Ama Hollanda’daki mesele başka bir yerde duruyor.

Burada mesele, sesin yüksekliği değil, varlığının kabul edilip edilmemesi. Ve bu bağlamda, sadece haftada bir gün duyulan ezanın bile bir tahammül sınavına dönüştürülmesi, birlikte yaşamanın asıl zorluğunu gösteriyor bize.

Ezan sesinden rahatsızlık duyanların, bu rahatsızlıklarını ifade etme hakkını savunmak başka bir şey; demokratik ve hoşgörülü bir yorum yapan birini, “İslamofobi kartı oynuyor” diyerek küçümsemek bambaşka bir şey. Mesela televizyon yapımcısı Paul Römer’in gayet dengeli ve anlayışlı bir şekilde, “Bu bir gelenek, bu toplumda birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” şeklindeki sözlerine karşılık Lale Gül’ün tepkisi şöyle: “Şahsen ben böyle ‘argümanlardan’ nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor.”

Peki bu agresif yaklaşım, gerçekten “yapıcı bir tartışma”yı mı besliyor, yoksa zaten gergin olan sosyal iklimi daha da mı kutuplaştırıyor?

Paul Römer op De Perstribune - Spreekbuis.nl
Paul Römer

Lale Gül hanımın bir başka cümlesiyle devam edelim: “Römer’in argümanı dakika başı daha da can sıkıcı hale geldi.” sözlerine katılmak zorunda değilsin elbette. Ama yıllardır medya dünyasında yer alan bir ismin fikirlerini, bu kadar küçümseyici, bu kadar alaycı bir üslupla sunmak, ne gazetecilik etiğine ne de sağduyuya sığar. Römer’in yaklaşımında asıl mesele, birlikte yaşamanın yollarını aramak. Lale Gül’ün yazısında ise tartışma değil, bastırma var.

Lale Gül hanım, kaçınılmaz şekilde Wilders’i anıyor, “Bu yüzden insanlar konuşamaz hale geliyor, oylar da Wilders’a gidiyor,” diyor. Bu da artık klasikleşmiş popülist bir hamle: “Benim gibi düşünmezseniz, ülke aşırı sağa kayar.” diyor.

Lale Gül’ün geçmişte kaleme aldığı ve onu kamuoyunda tanınır hale getiren kitabı ‘Yaşayacağım’, kuşkusuz kişisel deneyimlerine dayanıyor. Ancak bu kişisel anlatımın içinde geçen bazı ifadeler, sadece kendi ailesine değil, çok daha geniş bir kesime yönelik ağır genellemeler içeriyor.

Annesi için “irinli hamam böceği” ifadesini kullanması ya da babasını sadece “döllendiren” bir figür olarak tanımlaması, edebi bir dilin ötesine geçiyor. Bu tarz betimlemeler, yalnızca ailevi kırgınlıkları aktarmıyor; aynı zamanda muhafazakâr aile yapısını aşağılayan, hatta şeytanlaştıran bir dile dönüşüyor.

Bu noktada sormak gerekiyor:
Kendi geçmişinde ailesine karşı bu denli acımasız bir dil kullanmış bir kişinin, bugün toplumsal bir konuda üstelik inanç, aidiyet ve birlikte yaşama kültürü gibi çok hassas bir konuda, bir hakem gibi konuşması ne kadar meşrudur? Kendi ailesine tahammülü olmayan biri, farklı inanç ve yaşam biçimleri arasında köprü kurma iddiasında bulunabilir mi?

Lale Gül’ün şimdi “ezan sesi rahatsız eder mi, etmez mi” tartışmasında ortaya attığı üslup da bu soruları yeniden akla getiriyor. Evet, birey olarak bu konudaki fikrini ifade etme hakkı vardır. Ama bu fikir, farklı görüşleri küçümseyerek, yapıcı olmayan bir dille sunulursa, ortaya katkı değil, yeni bir kutuplaşma çıkar.

Bir yanda Paul Römer gibi, “Herkese alan açalım, farklılıklara alışalım” diyen bir yaklaşım, öte yanda onu “ezan karşıtı söylemleri susturmak için İslamofobi kartı oynayan biri” olmakla itham eden Lale Gül. Hangi taraf daha çoğulcu, hangi taraf daha hoşgörülü?

Bu yazı sadece bir fikir ayrılığı değil; kimsenin “tek hakikat” temsilcisi olmadığı bir toplumda, kimin gerçekten çoğulculuktan yana olduğunu sorgulama çağrısıdır.

Ve bir daha soralım:
Bu konuyu yorumlamak gerçekten sana mı kaldı, Lale Gül?

Lale Gül, ‘Yaşayacağım’ ile edebiyat dünyasına adım attığında, medyada kendisine hemen bir yer açıldı. “Cesur kız” olarak sunuldu, “baskıcı bir İslamcı ailede büyümüş ama zincirlerini kırmış modern kadın” anlatısının sembolü haline geldi. Röportajlar, televizyon programları, paneller… Her yerde o vardı. Ve neredeyse her platformda aynı tema: Ben susturuldum, bastırıldım, şimdi konuşuyorum.

Fakat dikkatli bakanlar için bu mağduriyet anlatısının ne kadar konforlu bir alana dönüştüğü de ortadaydı. Çünkü bir kez “mağdur” kimliğini benimsediğinizde, söylediğiniz her şey kutsanıyor, eleştiriye kapatılıyor. Hele bir de İslam’ı ya da göçmen kökenli aile yapısını hedef alıyorsanız, bir kesim için alkışlanmanız garanti. Lale Gül de tam olarak bunu yaptı.

Bu pozisyon ona hem görünürlük hem de dokunulmazlık sağladı. Eleştirildiğinde hemen “beni susturmak istiyorlar” refleksiyle cevap verdi. Oysa fikir dünyasında herkesin sorgulanabilir olması gerekir. Ama Lale Gül, hem tartışma başlatıyor hem de tartışılmaz olmak istiyor.

Daha da ilginci: Kendisini yıllarca bastıran bir kültürden geldiğini söyleyen biri olarak, şimdi o bastırılma dilini tersinden yeniden üretiyor. Römer örneğinde olduğu gibi, farklı düşünen birini küçümseyerek, onun sesini değersizleştirerek… Bu kez susturan rolünde kendisi var.

Bu çelişkiyi fark etmek gerek:
Bir zamanlar “konuşmasına izin verilmeyen” Lale Gül, bugün farklı seslere “sus” diyen bir figüre dönüşüyor.

Medyanın da bu noktada sorumluluğu büyük. Çünkü her farklı konuda Lale Gül’ü konuk etmek, ona “yine ne söyleyecek acaba?” diye alan açmak, onu sadece bir yazar değil, bir tür otoriteye dönüştürdü. Ancak bu otoritenin beslendiği şey, çoğu zaman yapıcı bilgi ya da diyalog değil; daha çok kişisel kırgınlıklar, kimlik siyaseti ve ajitasyon.

Lale Gül’ün söylemlerine baktığımızda, kendisini özgürlüklerin ve çoğulculuğun savunucusu olarak konumlandırdığı görülür. Ancak iş pratiğe gelince, bu savununun sınırlarının oldukça dar çizildiğini fark ediyoruz. Kendi yaşam tarzını benimsemeyen, onun seküler doğrularını sorgulayan ya da farklı bir dini hassasiyete sahip olan herkes, ya “gerici”, ya “baskıcı”, ya da “susturulması gereken” olarak kodlanıyor.

Yani Lale Gül’ün savunduğu “çoğulculuk”, aslında yalnızca kendisiyle aynı doğrultuda düşünenler için geçerli. Ötekilere yer yok. Römer örneğinde gördüğümüz gibi, hoşgörülü bir bakış açısı bile, eğer onun çizdiği sınırlar içinde değilse, küçümsemeyle, imayla, hatta alayla karşılanabiliyor.

Bu tavır, çoğulculuk değil; aksine, tek doğruya indirgenmiş bir dünya görüşünün dayatmasıdır. Bir yandan “birey özgürdür” denilirken, diğer yandan toplumsal değerleri savunanlar “arkaik”, “çağ dışı” ya da “tehlikeli” ilan ediliyorsa, orada samimiyetten söz edemeyiz.

Lale Gül’ün bu yaklaşımı, özellikle göçmen kökenli toplulukları ilgilendiren meselelerde daha da sivriliyor. Kendisi o camianın içinden çıkmış biri olarak artık o camiaya dışarıdan bakan, hatta çoğu zaman yukarıdan konuşan bir figüre dönüşmüş durumda. Ama bu dışarıdan bakış, anlayışla değil, hesaplaşma ve küçümseme üzerinden kuruluyor.

Bu durum, onu okuyan ve destekleyen bazı kesimler için belki etkileyici olabilir. Ama farklı kesimlerin bir arada yaşadığı bir toplumda, böylesi dışlayıcı bir dilin, uzlaşmadan çok kırılma getireceği açık. Eleştirdiği muhafazakâr çevrelerin aynasına dönüştüğünün farkında mı, emin değiliz. Ama söylemleri her geçen gün daha fazla “benim gibi değilsen sus” anlayışına kayıyor.

Toplumsal meseleleri konuşmamız gereken her an, neden hep aynı isimler çağrılıyor?
Özellikle Lale Gül gibi, bireysel travmalarını toplumsal genellemelere dönüştürerek dikkat çeken figürler neden bu kadar merkezde? Cevabı zor değil: Medya, çarpıcı olanı sever. Ve Lale Gül, “çarpıcı” olmayı çok iyi biliyor.

Ama bu tercihin uzun vadede toplum için bir bedeli var. Çünkü sürekli aynı sesi duymak, başka seslerin duyulmasını engeller. Aynı yüzler, aynı bakış açıları, aynı türden mağduriyet anlatıları… Bunlar bir yerden sonra gerçek çeşitliliği boğar.

Ezan tartışmasında da gördük ki, mesele artık sadece ses düzeyi değil; kimlerin ne kadar konuşma hakkı olduğuna dair bir savaş veriliyor. Ve bu savaşta, “konuşan” olmak kadar, “susturan” olmak da bir güç göstergesi. Lale Gül bu gücü kendi lehine ustaca kullanıyor; ama bunu yaparken toplumsal dengeyi gözetmiyor. Tersine, zaten kırılgan olan çizgileri daha da keskinleştiriyor.

Eleştiri getirmekten çekinmeyelim. Fakat eleştirinin dili, kimlik değil ilke temelli olmalı. Lale Gül, eleştirel düşünceyi teşvik eden biri olmak yerine, sık sık “ben yaşadım, ben bilirim” diyerek tartışmaları kişiselleştiriyor. Bu yaklaşım, sağlıklı bir kamusal tartışmayı mümkün kılmıyor. Bilakis, sesi çok çıkanın haklı olduğu bir atmosfer yaratıyor.

Bu yüzden Hollanda’daki Türk çoğunluk soruyor:
“Bu konuyu yorumlamak sana mı kaldı, Lale Gül?”

Aynı çoğunluk şu noktada birleşiyor: Mağduriyet bir anlatı değil, bizzat hakikatin kendisi olmalı. Ne var ki bazıları için bu, gerçeği ifşa etmenin değil, sesini yükseltmenin ve dikkatleri üzerine çekmenin bir yolu hâline geliyor.

Kendi mağduriyetinden başka hiçbir şeyi duymayan, susturulmuş değil, yükseltilmiş bir ses olan Lale Gül zırvalarına devam ediyor.

Bakınız neler yazmış Lale Gül hanım:

Ezan çağrısına eleştiri seni İslamofobik yapmaz

Afbeelding met krant, tekst, kleding, Krantenpapier Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.
Hollandaca okumak istiyorsanız fotoğrafı büyütünüz.

Bu hafta sıkça konuşulan konu şuydu: sokakta hoparlörle yapılan İslami ezan çağrılarının sesi. SGP ve JA21 kısa süre önce bunun yasa ile yasaklanmasını önerdiler. Bu noktada sadece sesin yükseltilmesine karşı olduklarını vurguladılar; yükseltilmeden yapılan çağrılarda bir sorun görmediler. İçerikle de ilgili bir itirazları yoktu; sadece ses kirliliği söz konusuydu. 2017 yılında kırk camide hoparlörlü ezan vardı. Şimdi bu sayı elli.

Ezan çağrısının destekçileri, örneğin televizyon yapımcısı Paul Römer, WNL Goedemorgen programında bunun bu kadar büyütülmemesi gerektiğini düşünüyor. “Buna alışmalıyız, birbirimize alan tanımalıyız, bu Müslümanlar için bir gelenek,” dedi. Hatta argümanında İslamofobi kartını bile kullandı: “Siz Hollanda’daki Müslümanlarla ve değişen kültürle sorununuz var,” diyerek SGP milletvekili André Flach’a yüklendi.

Bu sözleriyle, Flach’ın ve onun temsil ettiği insanların kaygılarının samimi olmadığını, sadece kaba bir yabancı düşmanlığı olduğunu ima etti. Sanki Müslümanlarla ilgili her eleştiri, hemen Müslümanlardan ve yabancılardan nefret etmek anlamına geliyormuş gibi. Şahsen ben böyle “argümanlardan” nefret ediyorum, çünkü bu, yapıcı İslam eleştirisi gibi başlayan her tartışmayı hemen boğuyor. Sonuç: insanlar artık bir şey söylemeye cesaret edemiyor ve Wilders (aşırı sağcı politikacı) oyları topluyor.

Römer’in argümanı dakikalar geçtikçe daha da can sıkıcı hale geldi. “Bir zamanlar bir kilise çanının yanına taşınma fırsatım olmuştu ama yapmadım, çünkü her pazar sabahı çanla uyanmak istemedim,” dedi. Biraz sonra ise: “Ve eğer bu çağrıları rahatsızlık olarak yaşıyorsan, mahallendeki insanlarla konuşmalısın,” dedi.

Bay Römer’in, çok kültürlü mahallelerdeki insanların çoğunun ev sahibi değil, sosyal konut kiracısı olduğunun ve bu nedenle oradan taşınamayacaklarının farkında olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca camiler yasal haklarına dayandıkları için mahalledeki insanlarla konuşmanın pek bir anlamı olmadığını da anlamıyor gibi. Bu konuyla ilgili yıllardır süren tartışmadan da hiç haberi yok gibi, çünkü şimdiye kadar komşuların şikayetleri üzerine bir caminin hoparlörle ezan okumayı durdurduğu hiç görülmedi.

Johan Derksen’in Utrecht’te bir camiye yakın oturan kızı da bu durumu yaşadı, Derksen pazartesi günü VI programında anlattı: “Ezan sesleri mahallede yankılanıyor, benim için sorun değil ama neden tüm şehir buna tanık olmak zorunda?”

Römer, tam anlamıyla bir “nimby” (not in my backyard – benim arka bahçemde olmasın) kişiliğine sahip. Bu, belli gelişmelere veya projelere karşı çıkan ama bunlar başka yerde gerçekleşirse sorun etmeyen insanlar için kullanılan bir terimdir.

IJburg’da rüzgâr türbinlerinin kurulmasına karşı çıkan protestolar nedeniyle popülerleşen bu terim, orada yaşayan insanların yaşam kalitesinin düşeceği endişesiyle türbinlere karşı çıkmalarını kapsıyordu. “Amsterdam için rüzgâr türbinleri gerekli olabilir ama IJburg bu iş için uygun bir yer değil,” diyorlardı.

Neyse ki tartışmayı dürüstçe yürüten insanlar da var. Belediye Başkanı Halsema onlardan biri. Ona göre, İslami ezan çağrısı “Allahu ekber” sözleriyle başlıyor ve bu söz birçok insan için “şiddet” çağrışımı yapıyor. “Bunu inkâr edemem ve etmek de istemem,” demişti 2019’da belediye meclisinde.

Halsema’ya göre, camiler ezan çağrısını Hollandaca yapmalı. “Eğer amacınız normalleştirmekse, bana bu tamamen mantıklı geliyor,” dedi.

Din bilimci Tamimi Arab ise o zaman şöyle dedi: “Her halükarda Müslümanlar arasında hoparlör kullanılmasının dini olarak zorunlu olmadığı konusunda geniş bir fikir birliği var.”

O zaman seküler bir ülkede ne yapılması gerektiği bence gayet açık.

*******************************************

RIJK EN BEROEMD GEWORDEN DOOR POPULISME, NU STOORT LALE GÜL ZICH AAN DE EZAN…

De Turkse meerderheid in Nederland vraagt zich af:

“Moet jij dit nu per se becommentariëren, Lale Gül?”

Diezelfde meerderheid is het op één punt eens: slachtofferschap mag geen verhaal zijn, het moet een weerspiegeling van de waarheid zijn. Toch wordt het voor sommigen een manier om aandacht te trekken in plaats van om de waarheid te onthullen.


Lale Gül, die niets anders hoort dan haar eigen slachtofferschap, is geen onderdrukte stem, maar juist een versterkte. En ze blijft onzin verspreiden.

Commentaar van İlhan KARAÇAY:

Lale Gül staat opnieuw op het toneel. Dit keer opent ze een discussie over de oproep tot gebed op straat. Maar het is geen constructieve discussie. Zoals we van haar gewend zijn, is het een provocerend stuk met de sfeer van: “Als ík het zeg, is het waar.”
Ze weet elke sociale spanning om te zetten in een investering in haar persoonlijke roem.
Het huidige onderwerp: het verbod op de azan.

In Nederland zijn er zo’n 500 moskeeën, waarvan ongeveer 250 van Turkse gemeenschappen. Een deel hiervan heeft toestemming van hun gemeenten om slechts één keer per week, op vrijdag, de oproep tot gebed via een luidspreker te laten horen.
Sommige racistische politici willen deze praktijk verbieden.

Voor mij was de azan een oproep die mijn ochtenden, middagen en avonden in mijn jeugd vergezelde. Er waren toen geen microfoons; alleen de adem van de muezzin bracht de oproep over.
Daarom is mijn band met de azan gebaseerd op de puurheid van een menselijke stem, niet op technologische versterking – zoals de stem van Bilal al-Habashi: diep, uitnodigend en emotioneel..

De kern van het debat in Nederland

Het gaat hier niet om de volumesterkte, maar om de vraag of het geluid überhaupt geaccepteerd wordt.
Dat zelfs een oproep die slechts eenmaal per week klinkt tot een test van verdraagzaamheid wordt gemaakt, toont de werkelijke uitdaging van samenleven aan.

Er is een verschil tussen het recht van iemand om zich te storen aan het geluid van de azan, en het belachelijk maken van iemand met een gematigde mening door te zeggen dat diegene de “islamofobiekaart” speelt.

Paul Römer zei bijvoorbeeld op een evenwichtige en begripvolle manier:
“Dit is een traditie; we moeten leren samenleven.”

Lale Gül’s reactie?
“Ik haat dit soort ‘argumenten’, omdat ze elk constructief debat over de islam meteen de kop indrukken.”

Is deze agressieve benadering werkelijk bevorderlijk voor een constructieve discussie, of polariseert ze de reeds gespannen samenleving verder?

Over Paul Römer:

Nog een uitspraak van Lale Gül over Römer:
“Zijn argument werd met de minuut irritanter.”
Je hoeft het hier niet mee eens te zijn. Maar het minachtend en spottend presenteren van de mening van een ervaren mediapersoon getuigt niet van journalistieke ethiek of gezond verstand.

De klassieke populistische zet:

Lale Gül verwijst onvermijdelijk naar Wilders:
“Daarom durven mensen niet meer te praten en stemmen ze op Wilders.”
Een klassieke populistische tactiek:
“Als je niet denkt zoals ik, schuift het land naar extreemrechts.”

Is ze een bruggenbouwer, of een polariserende kracht?

Ze beschreef haar moeder ooit als een “etterende kakkerlak” en haar vader als “de bevruchter”. Zulke uitspraken gaan verder dan literaire expressie; ze demoniseren traditionele gezinnen.

Een eerlijke vraag:

Kan iemand die zo hard is voor haar eigen familie, werkelijk rechtvaardig spreken over gevoelige maatschappelijke onderwerpen zoals religie, identiteit en samenleven?

De comfortabele slachtofferschap van Lale Gül:

Toen ze haar boek Ik zal leven uitbracht, werd ze meteen door de media omarmd als “het dappere meisje” dat “de ketenen van een onderdrukkend islamitisch gezin heeft verbroken”. Overal was ze te zien.

Maar haar slachtofferschap werd een comfortabel schild. Wie zichzelf als slachtoffer presenteert, krijgt bescherming tegen kritiek. Zeker als de kritiek op islam of migrantenachtergrond gericht is.

Vrijheid voor wie?

Lale Gül presenteert zich als een voorvechter van vrijheid en pluralisme. Maar in de praktijk lijkt haar tolerantie te gelden voor wie haar visie deelt. Wie dat niet doet, is “achterlijk”, “onderdrukkend” of “gevaarlijk”.

Een nieuwe rol: de onderdrukker

Opmerkelijk genoeg is Lale Gül, die zegt onderdrukt te zijn door haar cultuur, nu zelf degene die anderen het zwijgen oplegt – zoals in het geval van Paul Römer.

Waarom altijd dezelfde stemmen?

Waarom worden telkens dezelfde mensen zoals Lale Gül uitgenodigd om maatschappelijke kwesties te bespreken?
Het antwoord is simpel: de media houden van het spectaculaire. En Gül weet hoe ze spectaculair moet zijn.

Echte diversiteit of slechts een echo van één stem?

De discussie rond de azan draait niet alleen om het geluidsniveau. Het is een strijd over wie er mag spreken en wie niet. En in die strijd is het niet alleen de spreker die macht uitoefent, maar ook de ‘tot zwijgen brenger’.

Lale Gül gebruikt deze macht vaardig – maar zonder rekening te houden met het maatschappelijk evenwicht.

Kritiek is nodig, maar met principes, niet met identiteit.

In plaats van constructieve dialoog kiest ze voor het persoonlijk maken van elk debat.
Dat draagt niet bij aan een gezond publiek gesprek, maar creëert een sfeer waarin wie het hardst roept, gelijk krijgt.

Daarom vragen we opnieuw:
Moet jij dit nu per se becommentariëren, Lale Gül?

*******************************************************************************************

Lale Gül hakkında yazdığım daha önceki analizlerimden biri:

HOLLANDA’DA YENİ BİR BİLİMKURGU

*Ailesine ‘roman yazıyorum’ dedi ama laf furyası ile ailesini yerden yere vurdu…

*23 yaşındaki Lale Gül, Türk ve islam geleneklerini sertçe eleştiren kitabının yayınlanmasından sonra evinden çıkamaz oldu.

*Televizyonlarda ve gazetelerde günün konusu olan genç kız, babası için ‘döllendiren’ annesi için de ‘irinli hamam böceği ve faşist islam despotu’ yakıştırmasını yaptı.

*Din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden ölüm tehditleri alan genç kız ‘yazarlığa tövbe’ dedi ama gelen cazip teklifler de kafasını karıştırıyor.

İlhan KARAÇAY yazdı:

Bir Pazar gününüzü zehir etmek istemiyordum ama, Hollanda’da nelerin yaşandığını güncel olarak bilme hakkınız olduğu için bekletemedim. Ama söz, sizlere yarın iç açıcı bir yazı servis edeceğim. Yazının başlığını şimdiden müjdeleyim: Türkler Avrupalı mı?

Şimdi dönelim bugünkü konumuza…
Hollanda’da yeni bir ‘scienne fiction’ bilimkurgu filmi dönmeye başladı. Bu fimin başrol oyuncusu bu kez 23 yaşında Lale Gül adlı bir genç kızımız.

Ailesine ‘Roman yazıyorum’ diyen, ama roman yerine kendi hayatını yazarken Türk ve islam geleneklerini yerden yere vuran genç kızımız, gerek ailesinden ve gerekse din ve geleneklerine bağlı olan Türk kesiminden gördüğü tepkiler ve tehditler üzerine, hayata küserek dışarı çıkamaz hale geldi.

Afbeelding met persoon, kleding, Lang haar, Menselijk gezicht Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Afbeelding met tekst, Menselijk gezicht, poster, vrouw Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist. Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, Lang haar, dame Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Kendi ifadesiyle, çeşitli çevreler tarafından lanet okunan genç kız, ‘Beni yuvasına pisleyen’ olarak anıyorlar diye dert yanarken, kalemini bir kenara attığını ve artık yazmayacağını belirtti.
Lale Gül’ün bir ilk olan kitabının adı ‘Ik ga leven’, yani ‘Yaşayacağım’. Ama öyle görülüyor ki, kitabında kullandığı hiciv, taşlama ve laf salatası nedeniyle hayatını zindana soktu. Kitapta kullandığı yazı dili, kendi deyimi ile yapısı olmayan, sokak dili ile yazılmış kaotik bir hikâye. Ama buna rağmen, kitapçılara sipariş verme yarışında ilk 10’na girmeyi başarmış.

Bakınız Lale Gül Hollanda medyasında nasıl değerlendirildi:

Lale Gül, kitabının yayınlanmasından iki hafta sonra çok naif davrandığını ve budalalık yaptığını kabul etti. Amacı, kendini örnek göstererek, Amsterdam’da yaşayan bir genç kızın, aşırı islam toplumu içindeki boğuşmalı yaşamını anlatmaktı. Yazacaklarından ötürü evde zorluk çekeceğini hiç hesaba katmamıştı. Sonuçta anne ve babası kırık Hollandacaları ile bir şeyin farkına varmayacaklardı ve sonunda da, ‘Amaaan, kulaktan dolma sözlerle yazılmış bir roman’ diyecekti.

Ama bu düşünce ne yazık ki suya düştü. Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra çıktığı Televizyon programından sonra, Gül ailesinin telefonları kilitlenmişti. Aile bireyleri, tanıdıklar ve tanımadıkları hesap sormaya başlamışlardı. Kitap, Türk toplumu içinde utanç yaratıcıydı.
Lale anlatıyor: ‘Babam, titreyen elleri ile tuttuğu telefondan herkese cevap vermeye çalışıyordu. Zira ben kendilerine bir aşk hikâyesi yazdığımı söylemiştim. Ama babam her gelen telefondan anladıklarıyla, benim neler yazdığımı öğrenmişti. O sırada babam bana ‘Kızım, ne yaptın sen, aile yaşamımızı sokağa döktün.’ diye feryat etti.’

‘Yaşayacağım’ adlı kitapta başrolü oynarken laf salatası yaptığını unutmuştu. Evde müzik dinlemek, öpüşme sahnesi olan film seyretmek ebeveyler tarafından yasaklanmıştı. Makyaj, ziynet ve selfi fotoğraf çekmek yasaktı. Doğum günü kutlamak ve dışarı çıkmak yasaktı. Okul gezisine gitmek, tatile bir erkek aile bireyi olmadan gitmek yasaktı. Erkek arkadaş edinmek, hele hele sevgili edinmek kesinlikle yasaktı.

Ama başrol oyuncusu yasakların olmadığı bir yaşam istiyordu. Kitabında da soruyordu: ‘Ne yani, bir ev bitkisi olarak mı yaşayacaktım? Evleneceğim, gülme yoksunu, Kur’an yutmuş bir uyuşuk erkeği seçecek olan beni döllendirenler, yaşamam gereken seksüel ilişkinin nasıl olması gerektiğini de mi anlatacaklar? Bunun için mi yaşayacağım? Allah benim bu trajedime sevinecek mi?’

Lale Gül kitabında, kız kardeşi ile annesi arasındaki geçimsizliği, kız kardeşinin erkek arkadaşıyla ilişkisi nedeniyle çektiği zorlukları anlatırken, babasından ‘Beni döllendiren’, annesinden de ‘irinli hamam böceği ve faşit islam despotu’ diye söz ediyor.

‘Amacım, zehirleyici dil kullanmak değildi’ diyor Lale Gül ve ekliyor: ‘Amacım, yaşadığım gerçekleri yazmak ve kararı okuyuculara bırakmaktı. Ama yazım sırasında ebeveynlerime kızdım ve kızgınlığımı okuyucuların da bilmesini istedim.’

Lale Gül’ün anne ve babası, 1990’lı yıllarda Hollanda’ya göç etmişlerdi. Amsterdam’ın bir mahallesinde ikamet ediyorlardı. Annesi, üç çocuğa bakan bir ev kadınıydı. Babası ise postacı ve tren temizliği işleri yapmıştı. Lale, o günleri şöyle anlatıyor: ‘Amsterdam’da ikamet ediyorlardı ama, geldikleri köyü hiç terk etmemiş gibiydiler. Türk televizyonlarını izliyorlar ve kendi geleneksel norm ve değerlerinden kopamıyorlardı. Benim kot pantolon giyinmemden bile rahatsız oluyorlardı. Ne de olsa komuşulardan çekiniyorlardı. Sofu müslüman olarak cennet ve cehenneme inanıyorlar. Çocuklarının ahirette cayır cayır yanmasını istemiyorlardı. Bu nedenle bize bazı kısıtlamalar koymuşlardı. Annem, benim günahlarımın kendisine kaydolacağına inanıyordu. Allah’ın ona, ‘Kızın şeytanın peşine takıldığı zaman sen ne yaptın’ diye soracağına inanıyordu.

Lale’ye göre, müslüman kızların çoğu aynı baskı ve kurallar içinde yaşıyordu. Ama çoğunluğun da bu baskı ve kurallara uymadığını görüyordu. ‘Amsterdam Üniversitesi’nde, yüksek eğitimli müslüman kızlar ile konuşurken, onların da evden dışarı çıkamadıklarını ve arkadaş edinemediklerini duyuyordum. Ama onlar bu duruma isyan etmiyorlardı. Okula geldikleri zaman başörtülerini çıkarıyorlar ve gizlice arkadaşları ile buluşuyorlardı. Ama toplum içinde bununla mücadeleden kaçınıyorlardı.’ diyor Lale.

Lale’nin bu konudaki serüveni Kur’an okulunda başlamıştı. (Gazete Kur’an okulunun bağlı olduğu kuruluşun adını yazmış ama ben bundan imtina ediyorum.)
6 yaşından 17 yaşına kadar her Cumartesi ve Pazar günleri, Kur’anı ezbere öğreniyordu. Öğrenciler islam norm ve değerleri çerçevesinde öğrenim görüyorlardı. Lale’nin tuhafına giden, kendi görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun sorulmaması idi. Kaldı ki gittiği ilkokulda buna imkân veriliyordu. Ama hafta sonları buna şansı yoktu ve kendi düşüncelerini yutmak zorundaydı. Kur’an hocasına ‘Neden biz başımızı örtüyoruz ama erkeklere hiçbir kural yok’ diye sormuş. Aldığı cevap şu olmuş:’Bu soruyu senin kulağına şeytan üfürdü.’

Lale Gül kitabında, Batılı görüşler ile peygamber öğretisini barıştırmak istiyordu. Şöyle diyor Lale: ’16 yaşında iken YouTube’de solcu Türkler’in filmlerini izliyordum. Onlara göre dini kurallara körü körüne bağlanmak yerine, günün şartlarına göre hareket etmek mübahtır. O zaman memnun olmuştum ve bundan böyle kimlerle özdeşleşeceğimi öğrenmiştim.’

Lale şöyle devam ediyor: ‘Bir hafta sonra sınıfta, eşcinselliğin bir hastalık olduğunu söylediğim zaman doçentimiz çok kızmış ve bunun hipokrit (münafık-riyakâr) bir düşünce olduğunu, hipokritlerin de çoğu zaman ateistlerden (inançsızlardan) daha kötü olduklarını belirtmişti’

18’inci yaşından itibaren kendisinin ‘islamofoob’ (islam korkusu) olduğunu belirten Lale Gül şöyle diyor: ‘O zaman dini inancın, insan yaşamındaki etkisinden endişe duymaya başlamıştım. Eşcinsel veya feminist kadınların yaşayabileceği hiçbir islam ülkesi yoktur. Kadın imam veya bir eşcinselin camiye girmesi gibi, islamı modernleştirme girişimleri hep baltalanmıştır. Yayınlanan dini tekstlerdeki yorumlar, peygamber öğretisini zayıflatınca, Hollanda-Türk toplumu içindeki tutuculuk SGP ( Dini Parti) oryantallığına dönüşüyor.’

Lale Gül, kitap yazımından çok önce, 2019’da görüşlerini sosyal medyada duyurmaya başladığı zaman, sağ görüşlü twitter kullanıcıları tarafından baştacı edildi. Bir anda kendisini De Telegraaf yazarı Wierd Duk, Forum Demokrasi Partisi lideri Thierry Baudet ve TV programcısı Fidan Ekiz öğle yemeğine davet ettiler. Bu buluşmalardan çok memnun olmuştu. Zira bu cesur görüşlerini destekliyorlardı. Baudet, kendisini parti propagandası toplantılarına davet etti. Ama 23 yaşındaki Lale, bu davete icabet etmediği için de memnun oldu. ‘Öyle umut ediyordum ki Baudet, bu yapısal konulara değinecekti. Ama öyle olmadı.’ diyor Lale.

Lale Gül, kitabının yayınlanmasından sonra da ilgi odağı oldu. Kendi pozisyonunda olan pek çok genç kadından aldığı mektuplarda tavsiyeleri soruldu. Okuyucular da onun kültüre bakış açısını tebrik ettiler. O da bir yazar olan Franca Treur’den aldığı mektupta, aynı konulara değinilecek olan bir kitap yayınlayacağını öğrendi.

Lale, islam karşıtları tarafından takdir ediliyordu ama evdeki durum bambaşkaydı.
Kitabın yayınlanmasından iki hafta sonra katıldığı televizyon tartışma programından sonra, ‘verem ol’ tehditleri başladı. Kitapta adından bahsettiği (Açık ismi yazmıyorum) dini kuruluşun başkanının telefon ederek kendisini mahkmeye vereceğini belirten Lale, ‘Amcalarımdan biri evime geldi ve bana ‘pis fahişe kızı’ dedi ve ağzımdaki dişlerin hepsini kıracağını söyledi. Annem de bana, ‘Amcana hak vermeden edemeyeceğim. Zira sen yazdığın kitapla bunu hak ettin’ dedi.’

Lale, artık sokakta tanınıyor ve tehdit ediliyordu. Bunun için savcılığa şikâyette bulundu. Evden dışarı çıkamaz oldu. Babası da, komşuların hesap sormasından korktuğu için dışarı çıkamaz oldu. Kitabın yayınlanmasından sonra camiye de gitmez oldu. Ama, postacılık işi için yine de sokaklara çıkma mecburiyetinde kalıyordu..

Lale anlatıyor: ‘Babam mahallede mektup dağıtırken, kendisine ‘Senin kızın da ikinci Ebru Umar oldu. ( O da yazdıkları nedeniyle Türkiye’den Hollanda’ya sınır dışı edilmişti) Neden kızına engel olamadın?’ diye soruyorlar. Babam da onlara ‘Ne yapayım, boğazını mı keseyim, söyleyin’ diye cevap veriyor. Babam eve gelince, ‘İnsanlarımızın nasıl olduğunu biliyordun, bunu hesaba katamaz mıydın’ diye azarlamaya devam ediyor.’

Dışarıdan gelen tehditlere karşı babası, 20 yaşındaki erkek kardeşi ve 22 yaşındaki yeğeni tarafından korunduğunu belirten Lale ekliyor: ‘Kardeşim insanları uyarıyor. Kardeşim ‘kim kız kardeşime dokunursa benden çekeceği var’ diyor. Onun desteği olmasaydı şimdiye çoktan tokatlanmıştım.’

Lale, diğer aile fertlerinden de destek bekliyordu. Ama onlar kendisine sırtlarını çevirdiler. Bu da çok zoruna gidiyor ve ekliyor: ‘Bana yuva pisleten diyorlar. Ama ben kendi hayatım diye yazdım. Kendi hikâyemi anlatmak hakkım yok mu? Bunu tekrarlamaya devam edeceğim. Ama birbirimizi anlayamıyoruz.’

Lale, aynı zamanda kendisini suçlu buluyor ve devam ediyor: ‘Öncelikle, kötü bir düşüncem yoktu, Sadece hikâyemi dökmek istiyordum. Ama pratikte bu böyle olmadı. Ebeveynlerimin bu yüzden hastalandıklarını görüyorum. Annem iki haftadır yatakta kıvarıp duruyor. Annem kız kardeşime şöyle diyor.’Bana felç inerse veya kendimi öldürürsem, bu Lale’nin kabahatidir.’ Bu da kardeşimi çok üzüyor. Dün kardeşim bana, ‘Bunu bir daha yapmayacağına dair söz ver. Annemin başına bunların gelmesini istemiyorum’ diyerek ağlamaya başladı.’

‘Olanları Hollandalı arkadaşlarıma anlattığım zaman bana, ‘Bu olağan durum karşısında kendini suçlu bulma’ diyorlar. Ama ben bunların hepsini hesaba katmadan hareket ettim.’ diyen Lale’ye diğer aile fertleri sırt çevirmişti ama kendi anne ve babası sırt çevirmemişti. Lale şöyle devam ediyor: ‘Bu durum en çok anne ve babamı zor durumda bıraktı. Annem ve babam bana yine de teklifte bulundular ve şöyle dediler:’Öyle sanıyoruz ki, şimdi pişmanlık duyuyorsun. Kitabın için seni af ediyoruz. Ama bir daha hiçbir tartışma ortamına girmeyeceksin.’

Lale bu durumdan çok memnun olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: ‘Yazdığım kitap ile görüşlerimi tüm dünyaya duyurdum. Hollanda, Türk toplumunun içinde bulunduğu durumu öğrenmiş oldular. Böylece amacıma ulaştım sayılır. Şimdi kepengi indirdim. Annem ve babam ile bağdaşmak için yazmaya ‘stop’ diyorum’

Ama bu alınması çok zor bir karardı. Bunu da şöyle yorumluyor Lale: ‘İçimi kemiren bir his var. Benim için iyi bir yetenek diyorlar. Geçen hafta çok sayıda telefon geldi. Aylık dergi Elle’ye yorum yazmam istendi. Katıldığım Televizyon programı için sürekli katılım teklifi geldi. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında konuşmam istendi. Bu nedenle kariyerli ve kamuoyu oluşturan bir yazar olma rüyaları görüyorum. Ama bunları yapmamam lâzım. Böylece yarayı deşmekten başka bir şey yapmış olmam. Aksi takdirde, bir daha asla düzelmez.’

Yıllarca çırpındıktan sonra elde etmek istediği serbestliğe ulaşmıştı Lale.
‘Baş örtüsü kullanmaya mecburiyetim yok, makyaj yaparak da dolaşabilirim. Yaz gelince kumsalda da uzanabilirim. Türk-Hollandalı pek çok kadının bunları nasıl elde ettikleri hakkında çok şeyler okudum. Tiyatrocu Nazmiye Oral ve televşzyon yapımcısı Fidan Ekiz’in, evlerine Türk olmayan erkeklerle gittiklerini de okudum. Bu gelişmeler bana hep umut veriyor. Demek ki bir gün bana da bu yol açılabilir diye düşünüyorum hep.’ diyor.

Lale anlatmaya devam ediyor: ‘Biliyorum, Nazmiye ve Fidan bu konuda tabii ki birer istisnadır. Ben bir Hollandalı erkekle eve gidemem ve artık yayın da yapamam. Kendimi buna alıştırmaya çalışacağım. Bunlar ebeveynlerimin bana sunacakları en iyi toleranstır. Ben anne ve babam ile vedalaşmak istemiyorum. Erkek ve kız kardeşim ile gizlice anlaşmak da istemiyorum. Çocuklarım olduğu zaman, anne anne ve dede diyebilmelerini istiyorum.’

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Lale, şimdilerde anne ve babasının bilgisi dışında son mülakatlarını yapıyor. 23 yaşındaki yazarın kariyeri başlamadan bitiyor. Üniversitedeki eğitimine devam edecek. İleride evleneceği ve mutlu bir evlilik süreceği bir Türk erkek bulacak. Çok ileride belki yine kalemi eline alacak ve yazacak. Ama bunu şimdi hiç düşünmeyecek. Romanının filme çekilmesi için ciddi teklifler alan Lale, bunun gerçekleşmesi halinde, başına gelecekleri şimdiden bildiği için, bu teklifi de geri çevirdi.
Kendisiyle yaptığım bu görüşme bir umutsuzluk görüşmesi miydi acaba?
Lale, gülerek cevap veriyor: ‘Sana başka bir hikâye anlatmak isterdim. Zira benim yaşamım bir masal değildir.’

AYAAN HİRSİ ALİ VE EBRU UMAR

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Lale Gül, yayınlamış olduğu kitap ile, islamı yeren yazarlar zincirine katılmış oldu.
Bu yazarlardan biri de Somalili Ayaan Hirsi Ali idi. 2004 yılında Theo van Gogh ile birlikte, islam karşıtı Submission filmini yapmıştı. Bu nedenle van Gogh öldürülmüş, Ayaan Hirsi Ali de, hayatından endişe edildiği için ABD’ye sürgüne gönderilmişti.
Ne ilginçtir ki, solcu görüşlerle sivrilen Ayaan Hirsi Ali, ABD’de konservatif (tutucu) görüşlü bir Düşünce Kuruluşu olan Hoover Instituut’te çalışıyor.

Ama Lale Gül, Hirsi Ali ile kıyaslanmasını da doğru bulmuyor ve ‘O bir şahane insandır. O benim ancak ustam olabilir’ diye övgü yağdırmayı da ihmal etmiyor.

EBRU UMAR
Babası patoloji doktoru, annesi göz doktoru olan Ebru Umar, 2004 yılında öldürülen Theo van Gogh ile birlikte çalıştı. Çeşitli gazetelere yazdığı yorumlarda, müslümanların ve Türkler’in gözüne battı. Tehditler aldığı için savcılığa başvuruda bulundu.
23 Nisan 2016 günü, Kuşadası’nda polis tarafından tutuklandı. Suçu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret suçuydu. Bu tutuklama iki ülke arasında siyasi krize yol açtı. Daha sonra Hollanda Dışişleri’nin baskısı sonucunda sınır dışı edildi.

*******************************************************************************************************************

EEN NIEUWE SCIENCEFICTION IN NEDERLAND

Ze zei tegen haar familie: “Ik schrijf een roman”, maar ze bekritiseerde hen hevig met haar woorden...

De 23-jarige Lale Gül kon haar huis niet meer verlaten nadat ze haar boek publiceerde, waarin ze scherpe kritiek uitte op Turkse en islamitische tradities.

Het jonge meisje, dat het gesprek van de dag werd op televisie en in kranten, beschreef haar vader als een “bevruchter” en haar moeder als een “etterende kakkerlak en fascistische islamitische despoot”.

Het meisje, dat doodsbedreigingen kreeg van de traditioneel religieuze Turkse gemeenschap, zei “ik zweer het schrijverschap af”, maar de aantrekkelijke aanbiedingen die ze ontvangt, brengen haar aan het twijfelen.

Artikel door İlhan KARAÇAY:
Ik wilde je zondag niet verpesten, maar omdat je het recht hebt om te weten wat er momenteel in Nederland gebeurt, kon ik het niet langer uitstellen. Maar beloofd: morgen zal ik jullie een opbeurend artikel brengen. Laat me alvast de titel verklappen: Zijn Turken Europeanen?

Laten we nu teruggaan naar ons onderwerp van vandaag…
Er draait een nieuwe sciencefictionfilm in Nederland. De hoofdrolspeler van deze film is dit keer een jong meisje van 23 jaar, genaamd Lale Gül.

Ze vertelde haar familie dat ze een roman aan het schrijven was, maar in plaats van een roman schreef ze haar eigen levensverhaal, waarin ze Turkse en islamitische tradities fel bekritiseerde. Vanwege de reacties en bedreigingen van zowel haar familie als de religieus-traditionele Turkse gemeenschap, raakte ze verbitterd en durft ze het huis niet meer te verlaten.

Volgens haar eigen woorden wordt ze door verschillende kringen vervloekt en beklaagt ze zich erover dat men haar “degene die haar nest bevuilde” noemt. Ze verklaarde haar pen neer te leggen en niet meer te zullen schrijven.

De titel van het debuutboek van Lale Gül is Ik ga leven – letterlijk: “Ik ga leven”. Maar het lijkt erop dat ze met de satire, spot en woordenvloed in haar boek haar leven tot een hel heeft gemaakt. De schrijfstijl die ze gebruikt heeft, is volgens haarzelf chaotisch, zonder structuur, en geschreven in straattaal. Desondanks wist het boek de top 10 van bestelde boeken in de boekhandels te bereiken.

Kijk hoe Lale Gül werd beoordeeld in de Nederlandse media:

Lale Gül schreef een boek over haar streng islamitische opvoeding en werd verketterd: ‘Ik word een nestbevuiler genoemd’

Lale Gül Beeld Renée de Groot

Lale Gül

Met haar debuutroman Ik ga leven gaf Lale Gül een inkijkje in de islamitische gemeenschap waarin ze is opgegroeid. Na publicatie keerde die gemeenschap zich tegen haar. Nu legt Gül haar pen neer, uit angst verstoten te worden.

Twee weken na de verschijning van haar boek moet Lale Gül (23) erkennen dat ze naïef is geweest. Ze had het plan opgevat een verhaal te schrijven dat is gebaseerd op haar eigen leven. Een boek over een Amsterdams meisje dat zich ontworstelt uit de grip van een streng islamitische gemeenschap. Bang dat dat thuis gedoe zou opleveren was ze niet. Haar ouders spreken gebrekkig Nederlands: die zouden niets van het boek hoeven meekrijgen. En wanneer ze er onverhoopt toch over zouden horen, zou Gül beweren dat ze het verhaal uit haar duim had gezogen. Het was immers een roman.

Dat plan is jammerlijk mislukt. De dag nadat ze bij talkshow Op1 had gezeten, stond de telefoon van de familie Gül roodgloeiend. Familieleden, kennissen, zelfs onbekenden kwamen verhaal halen. Het boek zou de gemeenschap te schande maken. ‘Met trillende handen stond mijn vader iedereen te woord. Ik had thuis gezegd dat ik een liefdesverhaal had geschreven. Maar met elk telefoontje kreeg papa een beter beeld van wat er echt in het boek stond. Hij zei: ‘Kind, wat heb je gedaan, je hebt ons hele gezinsleven op straat gelegd.’’

Het boek, met de titel Ik ga leven, leest als één lange tirade van het hoofdpersonage. Ze mag van haar ouders niet naar muziek luisteren of naar films kijken waarin wordt gezoend. Geen sieraden of make-up dragen en geen selfies maken. Geen verjaardagen vieren en beslist niet uitgaan. Niet op schoolreisjes of vakanties zonder mannelijk familielid. Vriendschap met jongens is ongepast, laat staan het hebben van een vriendje.

Terwijl de hoofdpersoon wel de behoefte voelt om zo te leven. Ze vraagt zich in het boek af wat ze met die verlangens moet. ‘Moet ik leven als een kamerplant? Moet ik dan dadelijk in een huwelijk treden waar alle seks uit is geramd nog voordat het begonnen is, omdat mijn verwekkers een volstrekt humorloze, Koranvaste lul voor mij hebben uitgekozen? Is dat waarvoor ik leef? Is God dan blij met mijn tragedie?’

Het boek biedt een verbluffend eerlijke inkijk in de belevingswereld van Gül. Ruzies tussen moeder en dochter worden in detail beschreven. Onverbloemde beschrijvingen van hoe het hoofdpersonage stiekem seks heeft met haar Nederlandse vriend worden afgewisseld met bespiegelingen over de islam. Haar ouders worden minachtend ‘verwekkers’ genoemd, moeder krijgt de bijnaam ‘Karbonkel de kakkerlak’ en ‘islamofascistische despotin’.

Die giftige toon was aanvankelijk niet de bedoeling, zegt Gül. ‘Ik was van plan om de gebeurtenissen zo feitelijk mogelijk op te schrijven en het oordeel aan de lezer te laten. Maar tijdens het schrijven werd ik weer boos op mijn ouders. Toen besloot ik: die woede mag de lezer best proeven.’

De dag nadat Lale Gül bij talkshow Op1 had gezeten, kwamen familieleden en kennissen verhaal halen. Het boek zou de gemeenschap te schande maken. Beeld Renée de Groot

De dag nadat Lale Gül bij talkshow Op1 had gezeten, kwamen familieleden en kennissen verhaal halen. Het boek zou de gemeenschap te schande maken.Beeld Renée de Groot

De ouders van Gül emigreerden in de jaren negentig naar Nederland. Ze wonen in een Amsterdamse volkswijk. Haar moeder ontfermt zich als huisvrouw over de drie kinderen, haar vader werkt als postbode en treinschoonmaker. ‘Maar in hun hoofd hebben ze het Turkse dorp nooit verlaten. In Amsterdam omringen ze zich met Turken. Ze kijken naar Turkse tv-programma’s en kunnen hun traditionele normen en waarden niet loslaten. Ze zijn bang dat wanneer ik spijkerbroeken draag, hun reputatie in de gemeenschap wordt aangetast.’

Daarnaast speelt het geloof een grote rol. ‘Als devote moslims geloven ze in een hemel en hel. Ze willen niet dat hun kinderen in het eeuwige vuur zullen branden, daarom leggen ze mij beperkingen op. Mijn moeder gelooft bovendien dat mijn zonden voor haar rekening zullen komen. Op de dag des oordeels zal God vragen: wat deed jij, toen je dochter de duivel achterna ging?’

Volgens Gül hebben de meeste jonge moslima’s net als zij te maken met een strikte opvoeding. Toch vindt ze het opvallend dat de meerderheid daar niet onder gebukt lijkt te gaan. ‘Op de Vrije Universiteit, waar ik Nederlands studeer, spreek ik regelmatig hoogopgeleide moslima’s die niet zomaar mogen uitgaan of vriendjes mogen hebben. Die voelen minder de behoefte om openlijk te rebelleren. Ze doen op school hun hoofddoek af en nemen stiekem vriendjes. Maar de strijd in de gemeenschap gaan ze uit de weg.’

Güls strijd begon op de koranschool van de Turkse stichting Milli Görüs. Van haar 6de tot haar 17de leerde ze daar elke zaterdag en zondag koranteksten uit haar hoofd. Ook werden leerlingen er onderwezen in islamitische normen en waarden. Wat haar opviel, was het gebrek aan ruimte voor persoonlijke ontwikkeling. Terwijl ze op de basisschool werd aangespoord haar mening te geven, leerde ze in het weekend haar mening in te slikken. Toen ze zich hardop afvroeg waarom meisjes het hoofd dienden te bedekken en jongens niet, werd dat weggewoven. ‘Volgens de leraar zou die vraag me zijn ingefluisterd door de duivel.’

In haar boek beschrijft Gül hoe de hoofdpersoon blijft proberen westerse opvattingen te verzoenen met de leer van de Profeet. ‘Toen ik 16 was, keek ik naar YouTube-filmpjes van linkse Turken. Die vinden dat je de geloofsregels niet letterlijk moet nemen, maar moet herinterpreteren in onze tijdsgeest. Daar was ik zo blij mee: eindelijk vond ik mensen met wie ik me kon identificeren.’

‘Een week later zat ik in de les. Toen ik betwijfelde of homoseksualiteit een ziekte was, werd ik streng toegesproken. Dat waren gedachten van een hypocriet, zei de docent, en hypocrieten zijn vele malen erger dan ongelovigen. Want terwijl een ongelovige zich in de kaart laat kijken, zijn hypocrieten verraders van binnenuit, gehuld in hetzelfde uniform.’

null Beeld Renée de Groot

Beeld Renée de Groot

Sinds haar 18de beschouwt Gül zichzelf als islamofoob. ‘Ik ben me zorgen gaan maken over de invloed van het geloof. Ik ken geen enkel islamitisch land waar het als homo, afvallige of feministische vrouw aangenaam leven is. Elke poging om de islam te moderniseren, van vrouwelijke imams tot moskeeën waar homo’s welkom zijn, worden tegengewerkt. Men ziet de herinterpretatie van een religieuze tekst als verzwakking van de leer – een van de redenen waarom de Turks-Nederlandse gemeenschap nog steeds zo conservatief is, een soort oriëntaalse SGP.’

Ze noemt het teleurstellend dat er amper progressieven zijn die haar inzichten op waarde schatten. ‘Links denkt: allochtonen hebben het al zwaar. Dus laten wij tegenwicht bieden aan de harde woorden van rechts en de loftrompet steken over de multiculturele samenleving. Maar geloof mij, daar bewijs je ons geen dienst mee. Durf te zeggen: jullie zien man en vrouw niet als gelijkwaardig, koranscholen staan integratie in de weg.’

Toen Gül zich in 2019 met die mening roerde op sociale media, werd ze door rechts georiënteerde twitteraars op het schild gehesen. Ze ontving uitnodigingen om te dineren van onder anderen Telegraaf-journalist Wierd Duk, Forum voor Democratie-voorman Thierry Baudet en talkshowpresentator Fidan Ekiz. Het waren prettige kennismakingen, vertelt ze, waarbij er bewondering werd getoond voor haar moed. Baudet nodigde haar uit om op campagnebijeenkomsten te komen spreken. Achteraf is de 23-jarige blij dat ze daar niet op is ingegaan. ‘Ik had toen de hoop dat Baudet een constructieve houding zou aanslaan. Nu wordt duidelijker dat dat niet het geval is.’

Ook na de publicatie van haar roman staat Gül in de belangstelling. Ze ontvangt berichten van jonge vrouwen die zich in haar situatie herkennen en om advies vragen. Lezers die haar danken voor het inkijkje in de cultuur. En brieven van collega-schrijvers als Franca Treur, die zelf ook een roman schreef over haar gelovige opvoeding en de debutant stimuleert door te gaan met schrijven.

Maar thuis hangt de vlag er anders bij.

De dag na het optreden bij Op1 brak daar ‘de pleuris’ uit. De voorzitter van Milli Görüs belde op en beloofde haar voor de rechter te slepen. ‘Een oom kwam langs en noemde me een ‘vieze hoerendochter’. Hij beloofde de tanden uit mijn mond te slaan. Mijn moeder zei: ‘Ik kan je oom niet eens ongelijk geven, je hebt er met dat boek om gevraagd.’’

Op straat werd ze herkend en gevolgd, waarna ze aangifte deed wegens intimidatie. Sindsdien is ze maar weinig het huis uit geweest. Ook haar vader wil liever niet naar buiten, om te voorkomen dat mensen verhaal komen halen. Sinds het verschijnen van het boek gaat hij niet meer naar de moskee. Maar vanwege zijn werk als postbode moet hij nog wel de straat op.

Gül: ‘Als hij in de wijk brieven rondbrengt, wordt hij met de nek aangekeken. Onbekenden zeggen: je dochter is een tweede Ebru Umar (uitgesproken Turks-Nederlandse opiniemaker, red.) geworden. Waarom heb je haar niet tegengehouden? Mijn vader zegt dan: ‘Wat wil je dat ik doe, moet ik haar keel doorsnijden?’ Als hij thuiskomt, zegt hij: ‘Je wist toch hoe onze mensen zijn. Kon je hier geen rekening mee houden?’

Tegenover buitenstaanders nemen haar vader, broertje (20) en neef (22) haar wel in bescherming. ‘Mijn broertje waarschuwt mensen: wie mijn zus aanraakt, krijgt met mij te maken. Zonder zijn steun was ik verloren. Dan had ik allang klappen gekregen.’

Gül had gehoopt op de steun van andere familieleden, maar die keren zich juist van haar af. Het valt haar zwaar. ‘Ik word een nestbevuiler genoemd. Maar wat ik heb opgeschreven is mijn leven. Het is toch mijn recht om dit verhaal te vertellen? Dat blijf ik herhalen, maar dat gaat er maar niet in. Het is alsof we langs elkaar heen praten.’

Tegelijkertijd voelt ze zich schuldig. ‘Eerst dacht ik: ik heb geen kwade bedoelingen gehad, ik wilde slechts mijn verhaal kwijt. Maar zo zit de praktijk niet in elkaar. Ik zie dat mijn ouders er ziek van worden. Mijn moeder ligt nu al twee weken in bed te jammeren. Tegen mijn 10-jarige zusje zegt ze: ‘Als ik een verlamming krijg of zelfmoord pleeg, is het Lales schuld.’ Dat maakt dat kind van streek. Gisteren kwam mijn zusje naar me toe. ‘Beloof me dat je niets meer doet’, zei ze huilend, ‘ik wil niet dat mama iets overkomt.’

‘Als ik dit aan Nederlandse vrienden vertel, zeggen ze: je moet je niet schuldig voelen, dit is niet hoe het hoort. En toch moet ik er rekening mee houden.’ Want een groot deel van haar familie heeft haar verstoten. Haar ouders nog niet. ‘Dat heeft mijn vader en moeder de grootst mogelijke moeite gekost. Ze boden me een keus. Ze zeiden: we gaan ervan uit dat je berouw hebt. We vergeven je het boek, op voorwaarde dat je je niet meer zult mengen in het publieke debat.’

‘Ik mag blij zijn met die reactie. Ik heb een boek geschreven en daarmee mijn verhaal de wereld in geslingerd. Nederland heeft een inkijkje gekregen in mijn gemeenschap, het doel is bereikt. Nu gaan de luiken weer dicht. Om mijn ouders tegemoet te komen, stop ik met publiceren.’

Of dat een makkelijke beslissing is? ‘Het blijft aan me knagen. Er wordt gezegd dat ik talent heb. Ik ben de afgelopen week talloze malen gebeld. Of ik columns wil schrijven voor het maandblad Elle. Of weer wil aanschuiven bij Op1 om over de Turkse president Erdogan te vertellen. Ik begin dan weer te dromen van een carrière als schrijver of opiniemaker. Maar dat moet ik niet doen. Anders wrijf ik alleen nog maar meer in de vlek. Dan komt het niet meer goed.’

null Beeld Renée de Groot

Beeld Renée de Groot

Door jarenlang te rebelleren heeft ze bepaalde vrijheden verworven, zegt Gül. ‘Ik hoef geen hoofddoek meer op en mag met make-up op rondlopen. In de zomer kan ik op het strand liggen. Ik heb veel gelezen over hoe andere Turks-Nederlandse vrouwen zich hebben ontworsteld aan de grip van de gemeenschap. Ik las dat theatermaker Nazmiye Oral en presentator Fidan Ekiz beiden thuiskwamen met een niet-Turkse vriend. Die verhalen stemden hoopvol. Ik dacht: er is dus toch een pad denkbaar waarbij ik voor een Nederlandse vriend mag kiezen, zonder dat mijn ouders zich van me afkeren.

‘Nu weet ik: Nazmiye en Fidan waren uitzonderingen. Ik mag niet thuiskomen met een Nederlandse jongen, en ik mag ook niet meer publiceren. Daar berust ik in. Het lijken muizenstapjes, maar dit is de meest vergaande concessie die mijn ouders kunnen doen. En ik wil geen afscheid nemen van mijn ouders. Ik wil niet stiekem moeten afspreken met mijn broertje en zusje. Ik wil dat mijn kinderen straks grootouders hebben.’

Dus geeft Gül, zonder medeweten van haar ouders, de laatste paar interviews over haar boek. En dan komt er een einde aan de schrijverscarrière van de 23-jarige, nog voordat die echt van start is gegaan. Ze gaat haar studie Nederlands afmaken en wenst ‘in de vergetelheid te raken’. Ze zal een Turkse huwelijkspartner vinden en een gelukkig leven proberen te leiden. Misschien dat ze ooit nog eens de pen oppakt. Maar daar moet ze nu niet aan denken.

Of dat een onbevredigend einde is? Gül moet lachen. ‘Ik had je liever een ander verhaal verteld. Maar mijn leven is geen sprookje.’

AYAAN HIRSi ALi EN EBRU UMAR

Afbeelding met persoon, kleding, Menselijk gezicht, glimlach Door AI gegenereerde inhoud is mogelijk onjuist.

Lale Gül sluit zich met haar boek aan bij een reeks publicisten die zich kritisch uitlaten over de islam. Een van hen is voormalig politicus Ayaan Hirsi Ali. In 2004 maakte zij samen met Theo van Gogh de korte film Submission, die de aanleiding zou vormen voor de moord op Van Gogh. Sindsdien woont Hirsi Ali in de Verenigde Staten. Daar is ze verbonden aan het Hoover Instituut, een conservatieve denktank. Vorige week verscheen haar boek Prooi. Daarin betoogt ze dat de instroom van moslimmigranten een gevaar vormt voor de rechten van de vrouw.

EBRU UMAR
Ebru Umar, van wie de vader patholoog en de moeder oogarts is, werkte samen met Theo van Gogh, die in 2004 werd vermoord. In haar columns voor diverse kranten viel ze op bij moslims en Turken, vaak op een controversiële manier. Ze ontving bedreigingen en deed hiervan aangifte bij het openbaar ministerie.
Op 23 april 2016 werd ze in Kuşadası gearresteerd door de politie. Haar misdrijf was belediging van president Recep Tayyip Erdoğan. Deze arrestatie leidde tot een diplomatieke crisis tussen Nederland en Turkije. Uiteindelijk werd ze onder druk van het Nederlandse ministerie van Buitenlandse Zaken uitgezet.

ErsalYonetim333

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!