Hollanda Parlamentosu’nda oylanan soykırım ermeni iddiası, 3 DENK partili dışında tüm üyelerce onaylandı.
Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.
Geçtiğimiz hafta, aralarında Müslüman olmayan İsa Kahraman’ın da bulunduğu bir grup parlamenterin verdiği sözümona ‘soykırım önergesi’ kabul edilmişti. Hollanda Parlamentosu’nun, 1915 olaylarını yeniden “soykırım” olarak tanıması ve bu karara yalnızca DENK Partisi’nin 3 üyesinin karşı çıkması, bir kez daha Batı siyasetinin çifte standardını ve tarihî gerçekleri ideolojik süzgeçten geçirerek yeniden yazma eğilimini gözler önüne serdi.
Yıllardır bu konuda araştırma yapan, yazılar yazan biri olarak artık çok net ifade ediyorum: Bu bir tarih muhasebesi değil, siyasi bir dayatmadır. Ve bu dayatmanın ne gerçeği, ne vicdanı, ne de tarihî sorumluluğu vardır.
BİR BATILININ KALEMİNDEN GERÇEĞİN İTİRAFI
Yıllar önce, 1920’de Hollanda’nın Algemeen Handelsblad gazetesinde çıkan bir yazıyı gün yüzüne çıkardım. O yazının yazarı, Hollandalı gazeteci George Nypels’ti. Nypels, 1918 yılında Ermeni-Rus sınırında bulunmuş, olayları yerinde görmüş ve birebir tanıklık etmiş bir isimdi. Nijpels, 1915 olaylarının bir “soykırım” değil, karşılıklı bir etnik çatışmanın ve savaşın dehşetini yansıtan trajik bir sonuç olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Nypels’in yazdıkları yalnızca bir savaş muhabirinin izlenimlerinden ibaret değildir. Onunki, olayları kendi gözleriyle görmüş, her iki tarafın da yaşadığı dramları içtenlikle aktaran, dönemin sosyal psikolojisine, siyasal denklemine ve kültürel kodlarına hâkim bir Batılının samimi itirafıdır. Onun sözleri aslında bugün dahi geçerliliğini koruyan bir gerçeği haykırmaktadır.
Üstte gördüğünüz, Nypels’in haber kupüründe yer alan içeriği, Hollandaca ve Türkçe olarak en altta bulacaksınız.) GERÇEKLERLE ÇATIŞAN BATI ALGISI
Batı’da, özellikle 1980’lerden itibaren yükselen sözde “Ermeni Soykırımı” söylemi, tarihsel bir hakikat arayışından ziyade, siyasi ve ideolojik motivasyonlarla desteklenen bir hafıza inşasıdır. Bu inşa sürecinde, Osmanlı arşivleri, dönemin tanıkları ve karşılıklı acıları anlamaya yönelik çabalar görmezden gelinmiş, hatta sistematik olarak bastırılmıştır.
Hollanda’da son dönemde bu meselede alınan kararlar da, işte bu çarpık tarih okumasının tezahürüdür. George Nypels gibi gerçek gazetecilerin yazıları, bugün sistematik biçimde yok sayılmakta; yerine, tarihsel belgelere dayanmayan, çoğunlukla lobilerin etkisiyle şekillenmiş anlatılar yerleştirilmektedir.
PEKİ, NEDEN?
Çünkü bu tür “tanımalar”, Batı’nın hem kendi vicdanını rahatlatma çabasıdır, hem de uluslararası arenada Türkiye gibi, yükselen bölgesel güçlere karşı birer baskı kartı işlevi görmektedir. 1915 olayları gibi son derece karmaşık ve çok boyutlu bir tarihsel mesele, günümüzün siyasi araçlarına dönüşmekte, “soykırım” kavramı ise içi boşaltılarak bir propaganda silahı haline getirilmektedir.
GEORGE NYPELS’İN TANIKLIĞI NEDEN ÖNEMLİDİR?
Nypels’in yazısı sadece tarihsel bir belge değil, aynı zamanda bir zihniyet eleştirisidir. O, Avrupalı bakış açısının Doğu halklarını tek boyutlu, genellikle barbar ve ilkel gören oryantalist yaklaşımına karşı durarak, olayların her iki tarafındaki insani dramı anlamaya çalışmıştır.
Savaşın ve kaosun hâkim olduğu bir coğrafyada, hiçbir tarafın masum olmadığını, olayların tek yönlü anlatılamayacağını ısrarla vurgulamıştır. Özellikle Fransisken rahibin sözleri bu bağlamda çarpıcıdır: “Bu savaşta ne Türk ne de Ermeni tamamen suçsuzdur. Bu topraklarda çatışma, bir yaşam biçimi, bir kader halini almıştır.”
Bugün hâlâ bu uyarılara kulak verilmemesi, Ermeni iddialarının yalnızca politik zeminde değerlendirilip, tarihsel bir perspektiften yoksun olarak kabul edilmesi, gelecekte daha büyük sorunlara da zemin hazırlamaktadır.
ÇİFTE STANDARTLAR VE BATI’NIN SEÇİCİ HAFIZASI
Batı’nın tarih konusunda ne kadar seçici davrandığı ortadadır. Cezayir’de yüz binleri katleden Fransızlar, Belçika Kongo’sunda milyonlarca insanı köleleştiren sömürgeciler, Ruanda’daki katliamları görmezden gelenler; bugün kalkıp Türkiye’yi “soykırımcı” ilan edebiliyorlar.
Oysa kendi tarihleriyle yüzleşmemiş, sömürge geçmişlerini aklamamış devletlerin başka milletlerin tarihini mahkûm etmeleri, hem etik dışıdır hem de tarih ilmine ihanettir. Hollanda Parlamentosu’nun aldığı bu karar, sadece Türk milletine değil, aynı zamanda tarihe ve akademik dürüstlüğe de bir saldırıdır.
Bugün “soykırım” söylemini en çok savunanların bir kısmı, bu olaylara dair Osmanlı arşivlerini bile incelememiştir. 1915 yılında Osmanlı’nın aldığı tehcir kararının ne amaçla yapıldığını, bölgedeki Ermeni çetelerinin ne gibi katliamlar yaptığını bilmeden ya da bilmezden gelerek bu söylemi sürdürüyorlar.
Bu iddiaların, tarihçiler yerine siyasetçiler tarafından dillendirilmesi bile başlı başına bir sorundur. Tarih, parlamento oylamalarıyla değil, belgelerle ve vicdanla yazılır. Ne yazık ki, Ermeni lobilerinin baskısı, Avrupa’daki bazı parlamentoları tarihi istismar etmeye sevk ediyor. Bir milletin tarihi, siyasi pazarlıklara kurban edilmemelidir.
ARŞİVLER AÇIK, BUYURUN TARTIŞALIM
Türkiye yıllardır çağrı yapıyor: “Tarihi tarihçilere bırakalım. Arşivler açık. Herkes gelip inceleyebilir.” Ancak bu çağrılar karşılık bulmuyor. Çünkü mesele hakikati bulmak değil, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak.
Oysa bugün Doğu Anadolu’nun pek çok yerinde toplu mezarlar hâlâ sessizce haykırıyor: Van’da, Erzincan’da, Bayburt’ta, Kars’ta ve Erzurum’da Ermeni çeteleri tarafından katledilen binlerce Türk’ün kemikleri, bu tarihsel manipülasyonlara en güçlü cevaptır.
PEKİ, NEDEN ŞİMDİ VE NEDEN YİNE HOLLANDA?
Bu sorunun yanıtı hem basit hem karmaşıktır. Basit, çünkü Avrupa’daki bazı siyasi çevreler, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için tarihî meseleleri araçsallaştırmayı kolay bir taktik olarak görmektedir. Karmaşık çünkü bu kararlar yalnızca Ermeni lobisinin baskısıyla alınmamaktadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bölgede izlediği bağımsız dış politika, yükselen ekonomik gücü ve Avrupa’nın ikiyüzlü değer sistemine meydan okuması da bu kararlarda etkili olmaktadır.
Hollanda Parlamentosu’nun bu yıl aldığı kararda dikkate değer olan bir başka husus, her yıl 24 Nisan öncesi bu tartışmaların alevlendirilmesi ve neredeyse bir “tören” havasında yeniden gündeme taşınmasıdır. Aynı klişeler, aynı çarpık kaynaklar ve aynı siyasi şablonlar üzerinden sürdürülen bu kararlar, aslında bir vicdan muhasebesinden çok, diplomatik koz arayışının sonucudur.
Bu tür parlamenter oylamalarla Türkiye’ye mesaj verildiği sanılmakta ama gerçekte olan şey şudur: Bu kararlarla yalnızca Türk milletinin tarihi değil, Avrupa’nın kendi değerleri de zedelenmektedir. Zira adalet, ancak hakikatin peşinde koşarak sağlanır; yargısız infazlarla değil.
Bu tür siyasi manevralar, Türkiye’yi bastırmak için kullanılan yıpranmış yöntemlerdir. Ancak artık dünya değişiyor. Gerçekleri dile getirenler susturulamıyor. George Nypels’in 100 yıl önce yazdıkları, bugün yeniden arşivlerden çıkarılıyor ve genç kuşaklara anlatılıyor.
Biz gerçeklerin ne olduğunu biliyoruz. Belgeler elimizde. Vicdanlarımız temiz. Ve en önemlisi, bu ülkenin çocuklarına doğruları anlatmaya devam edeceğiz.
YILLARDIR BU GERÇEĞİ YAZIYORUM: SUSMADIM, SUSMAYACAĞIM
Bu konuda yıllardır yazıyor, araştırıyor ve kamuoyunu bilgilendiriyorum. Birçoğu tarafından bilinmeyen belgeleri ortaya çıkardım. George Nypels’in 1920’deki yazısını bulup Türkçeye kazandırdığımda, bu belgelerle yüzleşmek istemeyenlerin nasıl sessiz kaldıklarını bir kez daha gördüm.
Bugüne kadar bu konuda onlarca yazı, belge, röportaj ve makale yayımladım. Hollanda basınına gönderdim, parlamenterlere ilettim, gazetelere gönderdim, basın bildirileri hazırladım. Ancak karşımızda ne yazık ki tarih değil, siyasetle çalışan bir mekanizma var.
Hollanda’da yayınlanan ve 24 Nisan’a denk getirilerek piyasaya sürülen “De Armeense Gruwelen Ermeni Vahşeti” isimli kitapta bile bu gerçeklere yer verilmedi. Nypels’in tanıklığı, bilerek göz ardı edildi. İşte bu yüzden, bizim görevimiz bir kat daha ağır. Bu gerçekleri anlatmaya devam etmeliyiz, çünkü biz sustukça tarihi başkaları yazar.
Ben susmadım. Bugüne kadar ne yazdıysam arkasındayım. Her yeni belgeyle, her yeni yalanla savaşmaya da devam edeceğim.
BU BİR TARİH MUHASEBESİ, DEĞİL, SİYASİ DAYATMADIR
Bu noktada net bir ayrım yapmak gerekir: 1915 olaylarının “soykırım” olup olmadığını tarihçiler tartışmalıdır; siyasetçiler değil. Ancak ne yazık ki, bu mesele, özellikle Batı’da akademik dürüstlükten uzak, tamamen lobilerin yönlendirdiği, duygulara hitap eden ve tek taraflı bir anlatıya indirgenmiş durumdadır. Oysa soykırım gibi ağır bir suçlama, yalnızca belgeler, tanıklar ve bilimsel analizler çerçevesinde ele alınabilecek kadar ciddi bir konudur.
GERÇEK GECİKİR AMA GELİR
Nypels’in tanıklığı gibi belgeler, Ermeni iddialarının yalnızca “Türkler masum Ermenileri kesti” anlatısından ibaret olmadığını gösteriyor.
Bugün, George Nypels’in 105 yıl önce yazdığı yazılar bile sansürleniyor, yok sayılıyor, görmezden geliniyorsa; bu, gerçeğin değil propagandanın peşinde koşan bir dünya düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ancak yine de, gerçeğin bir huyu vardır: Gecikir ama mutlaka ortaya çıkar. Ve bu gerçeği dillendiren sesler susmadıkça, tarih çarpıtılamayacak kadar güçlü kalacaktır.
Ermeni iddiaları meselesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve siyasi çıkarların ön planda tutulmasıyla şekillenen, uzun süredir devam eden bir tartışmadır. 1915 olayları, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş koşullarında aldığı sevk ve iskân kararları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu kararlar, güvenlik gerekçeleriyle alınmış olup, belirli bölgelerdeki Ermeni nüfusunun başka bölgelere taşınmasını öngörmüştür.
Ancak, bu tarihi olaylar, zamanla bazı çevreler tarafından “soykırım” olarak nitelendirilmiş ve bu iddialar uluslararası platformlarda siyasi baskı aracı haline getirilmiştir. Oysa ki, dönemin belgeleri ve tarafsız raporlar, bu iddiaların gerçeklerle örtüşmediğini göstermektedir. Örneğin, ABD’li General Harbord’un başkanlık ettiği heyetin raporu, Ermenilerin Osmanlı topraklarında gerçekleştirdiği isyan ve katliamları belgelemekte, ancak Osmanlı yönetiminin sistematik bir soykırım politikası izlediğine dair herhangi bir kanıt sunmamaktadır .
ERMENİSTAN BAŞBAKANI BİLE GERÇEĞİ GÖRDÜ
Günümüzde, Ermenistan’da bile bu iddialara yönelik sorgulamalar başlamıştır. Başbakan Nikol Paşinyan’ın açıklamaları, “soykırım” iddialarının, artık Ermenistan’ın dış politika öncelikleri arasında yer almadığını ve bu konunun daha çok tarihsel bir mesele olarak ele alınması gerektiğini göstermektedir .
Bu bağlamda, tarihi olayları objektif bir şekilde değerlendirmek ve siyasi çıkarlar uğruna çarpıtmamak önemlidir. Tarih, duygusal tepkilerle değil, belgeler ve objektif analizlerle anlaşılmalıdır. Bu yaklaşım, hem geçmişin doğru anlaşılmasını sağlar hem de gelecekte benzer hataların tekrarlanmasının önüne geçer.
Biliyorum, bu yazdıklarım birilerini rahatsız edecek. Ama olsun. Çünkü tarih, bir gün mutlaka gerçeği ortaya çıkarır. Bugün George Nypels’in 1920’de yazdıklarını yeniden ortaya koyabiliyorsak, bu bile bir şeydir.
Ben gazeteciyim. Ve gazeteci olarak görevim, neyin “olduğunu” değil, neyin “gerçek” olduğunu anlatmaktır. Gerçek ise nettir: 1915’te bir soykırım değil, iki halk arasında korkunç bir trajedi yaşanmıştır. Ve bu trajedi, sadece Ermenilerin değil, Türklerin de dramıdır.
Bir tarafın acısını kutsayıp, diğerini yok sayarsanız, adaletin değil, propagandanın parçası olursunuz.
Ben tarihçi değilim ama tanıklıkları okuyabilen bir hafızam, arşivleri inceleyebilen gözüm, belgeleri araştırabilen kalemim var. Ve ben bu kalemi kırmayacağım.
GEÇMİŞTE YAZILANLAR VE ÇİZİLENLER
Ermeni tarihçi Dabağyan: “Soykırım yok”
Ermeni tarihçi Levon Panos Dabağyan artık tamamen bıkmış durumda. Dabağyan’a göre, 1915’teki sözde Ermeni ‘soykırımı’ konusundaki tartışmalar çok uzun zamandır Daşnaksutyun (kısaca Taşnak; Ermeni Devrimci Federasyonu) tarafından domine ediliyor.
Dabağyan, ‘The Armenian Relocation’ (Ermenilerin Göç Ettirilmesi) adlı kitabında, 1915’ten bu yana hâlâ doğrudan bir kanıt bulunamadığını, Osmanlı hükümetinin bu olaylara doğrudan dahil olduğuna dair bir bulgu olmadığını özellikle vurguluyor. Dabağyan buna dayanarak “o zaman bu bir soykırım olarak adlandırılamaz” sonucuna varıyor. Sonuçta doğrudan bir delil yoktur ve Malta yargılamaları sırasında sunulan dolaylı kanıtlar da yeterince güçlü bulunmadığı için tüm Osmanlı Türkleri serbest bırakılmıştır.
******************
DEN BOSCH’TAKİ KATEDRALİN İŞGALİ NEDENİYLE DÖRT TÜRK GAZETESİ GÜNAYDIN, HÜRRİYET, MİLLİYET VE TERCÜMAN BİR BASIN TOPLANTISI DÜZENLEDİ. BU TOPLANTIYA HOLLANDALI MESLEKTAŞLAR DAVET EDİLDİ. BU TOPLANTI SIRASINDA TÜRK GAZETECİLER, KATEDRALDEKİ İNSANLARIN GERÇEĞİ TAM OLARAK YANSITMADIKLARINI BELİRTTİLER.
Hollanda’ya kaçak olarak gelen Ermenilerin, Almelo şehrindeki uyanık bir avukatın, şeytani bir planına göre hareket ederek, kiliselere sığınmaya başlamışlardı. Medya her gün bu konuyu duygusal fotoğraflarla yayınlıyordu. Hollanda’da yaşan Türkler, komşularının bakışlarından bile sıkıntılı günler yaşıyorlardı. İşte o sırada birşeyler yapmamız gerektiğini belirterek, diğer medya mensubu arkadaşlar ile bir karar aldık ve bu durumu Hollanda medyasına anlatmaya karar verdik. Lahey’de organize ettiğimiz bir basın toplantısında gerçekleri ortaya serdik. Türk medyasının, Hollanda medyasına verdiği bilgiler, Hollanda medyasında geniş yer almıştı.
******************
Eildert Mulder, şahsımın Wouter Bos ile yaptığım görüşmeden sonra, yapılan olumlu açıklamaya kızarak, “Türk gazeteci İlhan Karaçay bu açıklamadan hoşlanmıştır” diye yazdı.
Ermeni Soykırımı / Gerçekle Vahşi Bir Tango Yazan: Eildert Mulder
İnkâr etmek, kabul etmek, yoksa hiç bahsetmemek mi? PvdA (Hollanda İşçi Partisi) hâlâ Ermeni soykırımı konusundaki tutumuyla ilgili ciddi şekilde zorlanıyor. Sonuçta ortada 130.000 Türk kökenli seçmenin oyu söz konusu. Wouter Bos- İlhan Karaçay
Bu, Hollanda-Türk gazetesi DÜNYA’nın genel yayın yönetmeni Ilhan Karacay için hoş bir an olmalı. PvdA lideri Wouter Bos, kısa bir süre önce, Hollanda’da görev yapan bir grup Türk gazeteciden özür dilemişti. Bu gazeteciler, köşe yazılarında Ermeni soykırımı ifadesini genellikle tırnak içine alarak ya da “sözde”, “yalanlar” ya da “iddialar” gibi eklerle kullanıyorlar.
*****************
Beş yıl önce yazdığım haber
HOLLANDA PARLAMENTOSUNDAKİ REZALET… İlhan KARAÇAY
Ülkeler arası sorunların yargılandığı Yüksek Adalet Divanı ile tüm dünyada ün yapan LAHEY, son yıllarda kurulan Savaş Suçluları Mahkemesi ile ününe ün katıp, insan hakları konusunda hayranlık kazanırken, Lahey Parlamentosu’nda alınan iğrenç bir karar, hem şaşırttı ve hem de nefret uyandırdı.
Türkiye’yi, ‘Ermenilere soykırım yaptı’ suçlaması ile oylayan Hollanda parlamentosundaki oturuma katılan 145 üyeden 142’sinin tamamı ‘kabul’ oyu verirken, Türkler’in kurduğu DENK partili 3 milletvekili ‘ret’ oyu verdi.
İşte, kendi geçmişlerini görmezden gelen Hollandalılar, sözde Ermeni Soykırımı’nı ikinci ve hatta üçüncü kez mecliste tartıştılar ve kabul ettiler.
Hollandalılar daha önce, siyasi partilerin seçim aday listelerinde yer alan 3 Türk’ü, sözde soykırımı tanımadıkları için listelerden çıkarmışlardı.
Şimdi de Hollanda parlamentosunda yeni bir komedi sergilendi. Hollanda’da koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan ‘Ermeni Soykırımı’nın tanınması’ önerisine
Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi. Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.
Meclis, hükümetten ‘Nitelikli soykırımı kabul etmesi’ talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, ‘Soykırım Meselesi’ demeye devam edecek.
Hollanda geçici Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, alınan bu kararın hükümetin tanıması anlamına gelmediğini, ama 24 Nisan’da Ermenistan’daki ‘soykırımı anma törenine’ hükümeti temsilen bir heyet göndereceklerini söyledi.
Sigrid Kaag, hükümetin, 1915 olaylarıyla ilgili ‘Ermeni Soykırımı’ iddiası konusunda itidalli davranılması gerektiği düşüncesinde olduğunu belirtip “Hollanda hükümeti, BM tarafından bağlayıcı bir karar ya da Srebrenitsa olayında olduğu gibi uluslararası mahkeme tarafından verilen bir hüküm olduğu zaman soykırımdan bahsedebilir” dedi.
Kaag, bunun Ermenistan ile Türkiye arasında bir sorun olduğunu dile getirerek “İki ülke birlikte çalışarak uzlaşmak için beraber adım atmalı ve yaşananları ortaya koymalı” çağrısı yaptı. Hükümet protokolüne işaret eden Kaag, “Soykırımların tanınmasında, uluslararası mahkemelerin hükümleri, BM’nin bilimsel araştırma ve bulgularındaki açık ve net olan sonuçları Hollanda hükümeti için yönlendiricidir. Hükümet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre hareket ediyor” diye konuştu.
Meclis oturumu sırasında söz alan hükümet ortağı Demokratlar 66 (D66) Partisi Milletvekili Sjoerd Sjordsma, “soykırımı” tanımanın Türkiye ve Ermenistan’ı uzlaştırmaya yönelik ilk adım olduğunu savundu.
ROUVOET’A MEKTUP Araştırmacı yazar Gerard Scargo, Hollanda Hıristiyan Birliği Partisi Başkanı Rouvoet’a gönderdiği mektubunda özetle şunları yazmıştı: “Siz, Ermeniler’in soykırım iddialarını doğruluyor ve meclisten geçirmek istiyorsunuz ama, Ermeni iddialarının gerçek olup olmadığını da bilmiyorsunuz. Size 1920’de Haldels Blad’da yayınlanan bir haber-yorumu gönderiyorum. Okuduğunuz zaman, iki tarafın da birbirlerine karşı acımasızca saldırdıkları ortadayken, neye dayanarak Ermeni iddialarını destekliyorsunuz? İstanbul’da konuştuğum yazarlar ve Azerbaycan’da gözlerimle şahit olduğum ortama göre, Ermeniler geçmişin bedelini ne olursa olsun almak istiyorlar. İnsanlık acısı tarif edilemez. O zaman da böyleydi, şimdi de… Siz bir Hıristiyan olarak hangi tarafı seçiyorsunuz?”
*****************
HOLLANDALI GAZETECİNİN 1920’DE YAZDIKLARI
“Ermeni Soykırımı Yoktur” demeyi suça dönüştürecek kadar içlerine sızmış lobilerin esiri haline gelenlere ve kendi tarihlerinden kesit sunmak isteyenlere; 1920 yılında Hollanda gazetesinde çıkan haberin küpürünü (üstte) ve bu küpürün Hollandaca ve Türkçe metnini (aşağıda) sunuyorum. Rus-Ermeni sınırında görev yapan George Nijpels’in, 1920 yılında Hollanda’nın Algeemen Handelsblad gazetesinde yayınlanan haberi; sözde Ermeni soykırımı iddialarının, zamanın savaş şartları içinde Türkleri nasıl tek taraflı resmetmeye çalışanların eseri olduğunu bir “Batılının” dilinden ortaya koyuyor.
Önce ismi açıklanmayan Hollandalı gazetecinin kim olduğunu da yıllar sonra buldum. Bu gazeteci 1885-1977 yılları arasında yaşamış olan George Nypels idi. Nypels’in, sözde Ermeni soykırımı hakkındaki yazısını Türkçe ve Hollandaca olarak aşağıda bulacaksınız.
********************
Algemeen Handelsblad Amsterdam 25.05.1920-Salı
TÜRK-ERMENİ SORUNU
Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa’daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.
Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya’dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa’daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye’yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya’daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.
Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.
İşte, giysilerinden Türk oldukları anlaşılan bir grup insan, Ermeniler tarafından katledilen yakınlarının iskeletleri ile görülüyor.
1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya’da ki ilerlemelerine şahit oldum.
Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan’ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.
Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917’de İstanbul’daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.
Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: “Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz.” Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan’ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan’da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.
1918 ilkbaharında Trabzon’a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan’in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915’de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.
Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: “Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun.” Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve “Yanılıyorsunuz”, dedi. “Sadece Türkler suçlu değildir. Avrupa’dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915’de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan’daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915’de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye’de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. ”
” Örneğin Trabzon’a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915′ de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt’da, Erzincan’da,, Erzurum ve Kars’da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır.”
Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat’ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.
Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu’da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan’da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan’nda bana eşlik etti. Türkler’inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan’ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya’nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları’nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan’ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür….
Benim Aleksandropol’de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?
Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol (Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: ” Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı” idi.
Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: ”Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk’ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!”
İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız’ın(Türklerin) ise bütün Rus- Ermenistan’ını ele geçirecegi görülüyordu.
İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.
Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya’nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya’yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.
**************
Yazının Orijinal Hollandacası
Algemeen Handelsblad Amsterdam 25.05.1920 van Dinsdag
ARMENIE De Armenisch-Turksche kwestie
Van een onzer medewerkers in den Balkan ontvingen wij den volgenden interessanten brief, waarvan de inhoud een anderen kijk geeft op de Armenische quaestie dan de in West Europa gebruijkelijke. Wij stellen in de objectiviteit van dezen medewerker het grootste vertrouwen. – Zijn betoogtrant bevat het bewijs dat hij dit verdient – en drukken daarom zijn correspondentie ongewijzigd en zonder commentaar af.
Evenals onder de regering van Sultan Abdulhamit komen uit Cilicie weer weerzinwekkende berichten over massaslachtingen van Armeniers, waardoor de zenuwen van de tamelijk afgestempte wereld weer opniew worden geschokt. Het valt mij in de verste verte niet in om slachtingen, door wie de ook worden gehouden, te rechtvaardigen en den weerzinwekkendsten van alle moorden, de gooddienstmoord, in bescherming te nemen. Maar elke waarheid heeft twee kanten, en wanneer de Armeensche perspropaganda het Armeensche bloodbad in Cilicie teger de Turken weet uit te buiten, in dezen zin, dat zij daardoor de volledige vernietiging van Turkije door de Entente bewerkt, dan meen ik dat het in het belang der waarheid is, om te onderzoeken of werkelijk alleen de beestachtigheid van de Turken aan deze massamorden schuldig is.
Ik geloof, dat ik eenig recht heb om dit uit te maken, want ik had gelegenheid om Turkije gedurende den oorlog bij wijze van spreken, in neglige te zien en wel juist daar, waar de Armeensche en Turksche stammen in den meest verbitterden haat elkaar te lijf gaaan.
In de lente van het gedenkwaardige jaar 1918, toen ten gevolge van de Russische nederlaag, Turkije het offensief weer begon, en de vlag van den profeet zegevierend in vreemde landen woei, wat sinds den vrede van Küçük Kaynarca niet meer gebeurd was, bevond ik mij in het Armeeinsch-Russische grensgebied, en maakte een deel van den Turkschen opmarsch in het voornamelijk door Armenieers bewoonde gebied mee.
Een ieder die weet wat oorlogvoeren betekent, zal moeten toegeven, dat er geen betere gelegenheid is, om een land en volk te leren kennen, als juist in den oorlog, waar alle menselijke hartstochten met geweld tot uiting komen, en waar het laagje cultuur en veinzerij voor de ruwe, hoogere noodzakelijkheid van de oorlogsvoering verdwijnen. Als eenige Eoropeaan bevond ik mij toen ter tijd in de kritieke omgeving en ben misschien de eenige Europeesche getuige ervan geweest op welke wijze de gebeurtenissen gedurende den Turkschen opmarsch in Russisch-Armenie zich hebben toegedragen, en hoe deze beide volkeren tot elkander stonden. Voordat ik mijn reis begon, was ik reeds Armenisch gezind. Ik had gedurende mijn oponthoud te Konstantinopel, in de jaren 1916/17, genoeg weerzienwekkende details over de Armeensche massamorden in Turksch-Armenie gehord en de Europeanen, die meer of minder goed over de gebeurtenissen in Armenie ingelicht waren, gaven dan Turken alleen de schuld en beschouwden de Armeniers als de onschuldige offers van den Turkschen goddiensthaat en van de dierlijke hartstochten van een barbaarsch volk.
Mijn verhouding tot de Turken was goed genoeg om hen ook over dit netelige punt, wat een Europeaan bijna niet te berde durft te brengen, te spreken. De houding der Turken moest mij in mijn overtuiging sterken, dat de Armeniers onschuldig waren en de Turken alle shuld hadden. Want met een eigenaardige bruuske afwijzing werd mij steeds door iedereen Turk, wien ik ver het pro en contra van de Armeensche quaestie om inlichtingen vroeg, geantwoord: “Ja alles is waar wat men over ons verteld. Wij hebben een millionen Armeniers afgemaakt; het was afschuwelijk bloodbad, maar wij waren in ons recht en wij zijn daarvoor alleen tegenover ons zelf verantwoording schuldig.” Het gelukte mij niet nog verdere details, of de gronden van deze verschrikkelijke daden te, weten te komen. En ik kon alleen tot den slotsom komen ….. In de loogelaten hartstochten van den oorlog het goddienstfanatiesme tegenover de Cristenen zich liet gaan, waar het maar gelegenheid daartoe zag. En dat gebeurde in het hoogland van Armenie, waar de van de gehele wereld afgesneden. Armenieers aan den Turken overgeleverd waren.
In het voorjaar van 1918 kwam ik in Trabzon van waaruit -gelijk bekend is -de einige beganbare weg naar binnenland van Hoog-Armenie loopt.
Trabzon zelf was in 1915 getuige van een Armeensch bloedbad en drie jaar later wisten Grieken en Levantijnsche Europeanen mij nog in kleuren en geuren te vertellen van de onbeschrijfelijke gruwelscenes, die zich binnen de oer-oude muren van de Trabzon in 1915 afgespeeld hebben. Hoe op de straten van Trabzon het bloed der Armeniers vloeide! Hoe de Armeensche wijken in rook en vlammen opgingen en nog dagen en weken na het bloedbad de lijken van kinderen tegen den oer-ouden Konstantijnschen dijk en in de haven van Platana aanspoelden. Ik zag geruineerde streken en men vertelde mij, dat dit eens Armeensche wijken waren geweest. Men toonde mij Cristelijke kerken. Dit waren de kerken der Armeniers. Men rakelde de mesthoopen op en beenderen en vergane lijken kwamen te voorschijn. Dat zijn lijken van Armeniers, zeide men mij.
Dit zijn zulke ontzettende gewaarwordingen, die men nooit vergeet en die bij iedereen maar een wensch doen opkomen: God behoede onsen een ieder voor deze barbaarscheid en voor den godsdiensthaat der Mohammeden! Maar een prior der Franciskaner monniken, een envoudige oude prister, die ongetwijfeld aan de zijde van de Cristenen stond, schudde zijn hoofd, toen ik in verwenschingen tegen de Turken uitbrak. “Gij vergist u” zeide hij, “de Turken hebben niet alleen schuld. Ja voor iemand die uit Europa komt en die met Europesche begrijpen over Azie will oordeelen, die zal de misdaad van het uitroeien van dit volk verwenschen. Maar het is niet de geheele waarheid, die gij gezien en gehoord hebt. Gij moet deze dingen door een Aziatische bril bekijken en begrijpen, dat hier twee volken elkaar met eeuwenouden haat en verbittering te lijf gaan. Men heeft hier twee mentaliteiten, de Turksche en de Armeeensche en beide mentaliteiten zeggen, dat een van hen te gronde gaan. Ja, in 1915 waren het Armeniers, die te gronde zijn gegaan.Alles werd tegen hen in werking gesteld, en zij moesten de nederlaag lijden. Maar zijt gij er wel van overtuigd, dat de Armeniers in dezelfde omstandigheden niet hetzelfde zouden hebben gedaan of deden? Ik heb mijn rapporten van missies, uitgezonden door mijn orde in Beyazıt, Van, Erzurum, Erzincan; uit de rapporten weet ik, dat in 1915 toen de oorlog met Rusland begon, het de Armeniers waren, die achter het Turkse leger de revolutie aanwakkarden en de Turksche dorpen en nederzettingen ontvolkten en met den grond gelijk maakten. De verdere gebeurtenissen, die daarna in Turkije voorvielen, waren alleen de gevolgen van deze eerste vijandelijke houding der Armeniers. Ik geef toe, dat er verschrikkelijke dingen gebeurd zijn; er is zooveel bloed gevloid als nog nooit te voeren. Maar onschuldig waren de Armeniers aan het ontstaan van het bloedbad niet. En wanneer de Turken dan verder gegaan zijn dan nodig was, dan ligt daarvan de schuld niet alleen bij de Turken, maar bij de mentaliteit van Azie, waar de volkenhaat dieper gaat dan bij de Europesche volken en waar de oorlog beesachtige vormen aanneemt.”
“Zie b.v. naar Trabzon. Gij hebt de platgebrande Armeensche wijken gezien, maar hebt hij ook de platgebrande Turksche wijken aanschouwd? Hebt gij op de nog frissche graven van de Turksche bevolking gelet? Neen! Ziet toen de Armeniers zich in de zelfde positie bevonden als de Turken, toen zij zegevierend voortrukten onder de bescherming van het Russische leger, toen herhaalde zich het schouwspel van het jaar 1915, maar toen moesten de Turken het ongelden. Waar de Armeniers een Turk vonden, daar werd hij onbarmhartig neergehouwen, waar zij een Turksche moskee zagen werd deze geplunderd en in brand gestoken. Turksche wijken gingen even goed in rook en vlammen op als Armeensche wijken. Gij gaat thans het land in en gij zult de sporen van den oorlog kunnen volgen: Bayburt, Erzincan, Erzurum en Kars. Gij zult nog rookende puinhoopen zien; gij zult nog bloed en lijken ruiken, maar dat waren echter Turkse lijken.”
De Franciscaner pater heeft slechts de waarheid gezegd. Maandenlang ging ik dwaars door Armenie en Kurdistan en ik vond bevestigd, wat hij mij verteld had. Na den terugtocht van het Russische leger, die op de Russische vreede volgde, namen de troepen van het z.g. Armeensche leger, de militaire operaties in de bezette Turkse gebieden over. Gedurende de Russische bezetting beschermden de Russen het leven en eigendommvan de Turken. Wat na dan terugtocht van de Russen gebeurd is, is hartverscheurend. De kleine Turksche nederzettingen werden door de benden van generaals Adronits en Murat tot den laatsten man afgemaakt, kerken tot den laatsten steen vernield.
Toen waren de Armeensche verwactingen nog hoog gespannen. Hun plannen reikten ver, omspanden het geheele Turksche rijk. En zij hoopten dat zij met den erfvijand zouden kunnen afrekenen tot den laatsten man, de laatste vrouw, het laatste kind. Ik heb in Erzincan ruines gezien, waar honderden lijken van gewurgde Turken lagen tusschen de puinhoopen. Ik heb licht laten schijnen in putten, die vol lijken waren. Ik heb met eigen ogen gezien, dat graven open gemakt werden, waarin mannen-en vrouwenlijken overelkaar lagen, bij honderden. Wie hadden dit gedaan? Die overwinnende Armeniers.
Deze tooneelen vergezelden mij op den verren, langen weg door Opper-Armenie, Kurdistan tot in Russisch-Armenie. En is het een wonder, dat de Turken, toen zij weer overwinnaars waren, wraak namen, kwaad met kwaad vergolden? Ik moet erkennen dat tijdens den Turkschen opmarsch naar Russisch- Armenie het moorden voortgezet werd door de Turken. Aan den anderen kant van de grens van de Sarıkamış werden de Armeensche vestigingen, die daar tamelijk gezaaid zijn, ontvolkt met vuur en ijzer. De meest verbitterde volkshaat woedde tegen de vroegere overwinnaars, thans overwonnenen , in den beestachtigen vorm, een wild land van Azie eigen. Onze Europeesche hersens begrijpen deze onverbiddelijke haat niet, die volkeren tegen volkeren opzweept tot de ergste gruweldaden. Maar wij mogen niet vergeten, dat Opper-Armenie een land is, waarvan de beschaving vergeleken kan worden met de oer-cultuur der Europeesche volkeren. De volkeren daar zijn geen naties, doch horden. En zoals in den oertoestand der volkeren een ontmoeting van twee hordende vernitiging beteekende van een dezer twee, zoo is men in de bergen om den Grooten Ararat heden ten dage nog niet bedacht op samenleven, doch op vernietiging. In de kale bergen van Opper-Armenie bestaat er geen compromis, alleen strijd op leven en dood. De overwinnaar leeft, de overwonnene kan alleen sterven.
Tijdens mijn verblijf in Alexandropol(Gümrü) gebeurde het volgende, dat een goed licht werpt op de mentaliteit van de menschen aldaar. Uit de richting van de bergengroep Alagöz hoorde men op een dag kanongedonder. De Armenische bevolking, die achter het Turksche front in angst en beven leefde, legden dit kanongedonder zoo uit, dat de Engelschen oprukten tegen de Turken. En zij leefden in de overtuiging, dat de Turken binnen enkele uren verslagen zouden zijn. Onmiddelijk ontstond achter het Turksche front een opstand, en de zwakke Turksche posten in de Armenische dorpen werden op de geraffineerde manier dood gemarteld. Maar de Engelsen kwamen niet. Een detachement van Kafkas- Armeniers had getracht door het dunne Turksche front te breken. Vandaar het kanongedonder. En toen het gevecht een paar uur later voorbij was, kwaam de wraak. De dorpen, waarin Turksche soldaten vermoord waren werden vernietigd. Kan men zeggen, dat de Armeniers geen schuld hadden?
In Alexandropol zelf, in een zuiver Armeensche stad, waar, niettegenstaande de Turksche bezetting, de Armeniers rustig hun werk deden , kwam ik veel in aanraking met toonaangevende Armeniers. Zij leefden voortdurend onder een verschrikkelijke angst, dat op een dag door een onbedachtzame handeling van Armeensche benden de Turken wraak zouden nemen en dat zij dan het eerst er aan zouden moeten gelooven. Een gedellte van Armeensche volk, het beste deel- was voor een vreedzame overenstemmming met de Turken. Men was nu eenmaal gedwongen samen te leven. En dan zou toch alleen verdraagzaamheid een eind kunnen maken aan het moorden. Mat het grootste gedeelte en de benden, de zoogenaamde militairen wilden van vreede niets weten. Hun leuze was : “Zij of wij, een moet te gronde gaan.”
De mannen, die verdraagzaamheid en verzoeninig predikten, werden verwenscht door het gros van het Armeensche volk. Men zei mij openlijk in Armeensche kringen: “Nu zijn de Turken baas. Maar spoedig zullen wij weer heer en meester zijn en dan zullen we geen enkelen Turk, die in onze handen komt in leven laten. Tusschen ons is geen overeenstemming mogelijk. Wij hebben een rekening eeuwen oud te vereffenen. Onze strijd is zoo oud als ons volk. Deze strijd begon op den dag, waarop de Turken in ons land kwamen en zal tot den dag duren, waarop wij op zij te gronde gaan. Een verzoening willen wij niet. Vervloekt zijn zij , die vriendschap sluiten met de Turken. ”
Zoo was de stemming in een tijd, waarin de Armenen geen hoop hadden ooit van de Turken bevrijd te worden. Het zag er naar uit, alsof de overwinnende halve maan geheel Russisch- Armenie tot zich zou trekken. Hiernaar kan men beoordelen, wat er gebeurd is, toen de Turken moesten terugtrekken en de Turksche vestiginggen weer in handen van de Armeniers vielen.
Een vergelijk is alleen mogelijk tusschen beschaafde volkeren. Bij de volkeren van het wildste Azie bestaat alleen haat en vernietiging. “De Turken zijn schuldig. Zij hebben gemoord.” Zijn echter de Armeniers minder schuldig, die ook hebben gemoord, zoodra daartoe de macht bezeten? Azie kan men alleen beoordeelen met Aziatische ogen.
Benzer Haberler
İNOSAM Başkanı Gürkan Avcı’dan Tarihi Çağrı: Türk Kimliği İnsanlığın Vicdanıdır!
CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül: 'HSK seçimleri bir tiyatroya dönüştü, adalet değil, hile çıktı' dedi.
CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül: 'HSK seçimleri bir tiyatroya dönüştü, adalet değil, hile çıktı' dedi.
CHP’li Bülbül: 'Bu Saldırı Demokrasiye ve Hepimize Yöneliktir!' dedi.
Sırrı Süreyya Önder hayatını kaybetti!
SÜLEYMAN BÜLBÜL: “TAKSİM’DE ANAYASA ASKIDA, HUKUK YOK SAYILIYOR!”
Özdağ'ın duruşması 10 Eylül'e ertelendi.
Yavuz Ağıralioğlu: Binaları yıkılınca yaparız diyen değil, binaları yıkılmayacak şekilde yapan devlet lazım bize!